Olumlu anlamıyla haset, ahlaki bir tavır olarak ğayur-ğayret, hamiyet, gıpta ve münafese hakkında bir online ders.

Hüseyin K. Ece

01 Kasım 2022 –

06 Rabiu’l-âhir 1444

Zaandam

 

63.Ders

OLUMLU MANASIYLA KISKANÇLIK

 

*İslâm kültüründe kıskançlık, özenme, imrenme ile ilgili beş kavram olduğunu hatırlayalım. Bunlar: Haset, ğayur, hamiyet, gıpta ve münâfese...

Olumsuz anlamdaki kıskançlık olan hasedi geçen derste, bir kısmı da bu dersten önce işledik.

Bu derste olumlu anlamıyla haset, ğayur, hamiyet, gıpta ve münâfese’yi inceleyelim.

-Olumlu anlamıyla haset

Yukarıda geçtiği gibi Kur’an hasedi 5 yerde ve hepsinde de olumsuz anlamıyla kullandı.

Bir kaç hadiste ise hasedin olumlu anlamıyla kullanıldığını görüyoruz. Bu anlam da haset; kerih görülen bir kıskançlık değildir. 

Abdullah b. Mes’ûd’un rivâyetine göre Rasûlüllah buyurdu: “İki kişinin dışında kimseye haset edilmez. Allah’ın kendisine mal verdiği ve onunda bunu Hak için harcayan kimseye, Allahın kendisine hikmet verdiği ve onunla hükmeden, onu başkasına öğreten kimseye...” (Buhârî, İlim/15 no: 73. Zekât/5 no: 1409, Ahkâm/3 no: 7141, I’tisam/13 no: 7316. İbni Mâce, Zühd/22 no: 4208)

Sâlim babasından şöyle nakletti. Rasûlüllah dedi ki: “İki kişiden başkasına haset yoktur. Bir kişi ki Allah ona Kur’an verdi. O da gece gündüz onunla amel ediyor. Diğeri de bir kişi ki Allah ona mal verdi. O da gece gündüz onu infak ediyor.” (İbni Mâce, Zühd/22 no: 4209)

Görülüyor ki burada Rasûlüllah (sav) haset kelimesini “imrenme, hayırda rekabet, gıpta” anlamında kullandı.

 

2-Ğayur-ğayret-ğîreh

Bu kelimeler olumlu anlamdaki kıskançlığı ifade ederler. Mü’minler bu kıskançlıktan nehyedilmedi, bilakis teşvik edildi

Bunların aslı ’ğare-ğayret etme’ fiilidir. Bu da sözlükte yağmurun yağması, Allah’ın bir kimseye bir hayrı ulaştırması, ya da birini bir şeyle faydalandırmaktır.

Hareket etmek, geçip gitmek, vedalaşmak anlamında da kullanılır.

Buradan hareketle kişinin ailesi hakkında, eşlerin birbirlerini koruma anlamıyla kıskanmaları, iffete, şerefe, namusa hâlel verecek şeylere karşı gayretli olma, sakınma anlamına ulaşılmış.

Ğayur da; koruma amaçlı kıskanan, fuhuş vb çirkinliklere razı olmayan, namusunu iffetini kem gözlerden ve niyetlerden sakınan, bu gibi konularda gayretli olan demektir.

‘ğayret-ğîreh veya ğiyreh’ Türkçe’ye çalışmak, çaba göstermek anlamıyla ‘gayret’ olarak geçmiş.

Bu derste olumlu kıskançlık anlamıyla kullanırken ğayret, çaba, çalışmak anlamında kullanırken de gayret diyelim...

Türkçe sözlükte gayret: çalışma, sabır, tahammül, fena bir hâl karşısında metaneti koruma, kıskanma, kıskançlık, değerlere tecavüz hâlinde uyanan temiz duygu, hamiyet, himaye, koruma hissi. (Doğan. M. Türkçe Sözlük, s: 558. Devellioğlu, F. Osmanlıca-Türkçe Lügat, s: 283)

Türkçe sözlükte ğayur: Gayreti çok olan, çalışkan. Kötülük ve çirkinlikleri şiddetle reddeden. Kıskanç. Dayanıklı. Hamiyetli. (Doğan. M. Türkçe Sözlük, s: 559. Devellioğlu, F. Osmanlıca-Türkçe Lügat, s: 283)

Dinî metinlerde kıskançlık anlamında kullanılan Arapça ğayret kelimesi “kişinin kendi mahremini koruması yönünde gösterdiği aşırı duyarlılık, izzet-i nefsine, şeref ve namusuna zarar verecek durumlardan sakınıp korunmasını sağlayan duygusal tepki”,

daha özel olarak da “erkek veya kadının başkasının kötü bakış ve niyetine karşı eşini ve mahremini koruma ve savunma, sakınma duygusu” demektir.

Dar anlamda bu kıskançlık (ğayret) kişinin sevdiği hakkında gösterdiği telâş ve endişedir. Şu türkü sözünde olduğu gibi:

Mühür gözlüm seni elden
Sakınırım kıskanırım
Uçan kuştan esen yelden
Sakınırım kıskanırım
......
Havadaki turnalardan
Su içtiğin kurnalardan
Giyindiğin urbalardan
Sakınırım kıskanırım

Beşikte yatan kuzundan
Hem oğlundan hem kızından
Ben seni senin gözünden
Sakınırım kıskanırım

Al'İzzet'im yoncalardan
Dokunduğun goncalardan
Yerdeki karıncalardan
Sakınırım kıskanırım

Ğayret kelimesi klasik sözlüklerde kısaca “hamiyet” (değerlere yönelik saldırılara karşı koyma duygusu ve iradesi) ve izzet-i nefis şeklinde de açıklanır. 

Bilgi, sanat, nüfuz, güç, mal, makam gibi toplumun değer verilen  şeylerin elden gitmesi korkusu ve bunları koruyup kollama isteği de genel olarak ğayret kavramıyla anlatılır. 

Kıskançlık diye çevrilen ğayret, “başkasını çekememe” demek olan hasetten farklı olup mânası ondan daha geniştir.

Ayrıca ahlâkî bakımdan hasede kötü huy denildiği hâlde, bu kıskançlık (ğayret) mâkul ve ılımlı ölçüde tutulması şartıyla gerekli olan bir tepkidir.

Bir kimsenin eşini ve kendine ait olan bir hak ve menfaati başkasından kıskanması, yani koruma duygusu haset değil ğayrettir. Bu da tabii ve fıtrî bir eğilimdir.

Kişinin sevip bağlandığı, değer verdiği bir kimseyi ve bir şeyi koruma altına alması, esirgemesi sonucunu doğuran kıskanma duygusu ve bundan kaynaklanan hareketler; namus ve iffetin, hak ve menfaatlerin korunması için ortaya konulan davranış özelliği olarak kabul edilir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili, 9/6405-6406’dan)

Bu sebeple İslâm ahlâk kültüründe dengeli bir kıskançlık duygusu asalet, namus, iffet ve mertliğin temeli sayılmış ve bir onur ifadesi olarak kabul edilmiştir. (Hökelekli, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 25/495-496)

İnsan fıtratında var olan diğer fıtrî eğilim ve duygular gibi kıskançlık da kendiliğinden iyi ya da kötü değildir. Ancak ortaya konuş biçimine, niyete ve kişinin ahlâkî olgunlaşmasına olan katkısına göre bir değer kazanır.

Bu açıdan olumlu bir kıskançlık (ğayret) kişiliğin meydana gelmesinde ahlâkî bir fazilet olarak kabul edilir.

Hz. Peygamber’in bazı hadislerinde bu anlamdaki kıskanma iyi bir  karakter özelliği olarak tanımlanmış, müminlere, Allah’a ve Peygamber’e de izâfe edilmiştir. (Hökelekli, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 25/495-496) (Müsned, I, 408; II, 235, 301, 326, 343, 387, 520, 536;

Ğayret ifadesi başka birini kıskanması hakkında kullanılabilir.

Ümmü Seleme demiş ki: “Benim iki tane kızım var ve ben (onlar hakkında) ğayurum (kıskancım).” (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/108)

Hadislerde geçen ve Türkçeye “kıskançlık” şeklinde aktarılan ‘ğayret-ğayur’; Allah (st) hakkında da kullanılmış.

Ebu Hureyre’nin naklettiğine göre Rasûlüllah buyurdu: “Mü’min mü’mine karşı ğayur olabilir. Allah ise onlardan daha ğayurdur.” (Müslim, Tevbe/6(38-2761) no: 6999)

Esmâ b. Ebi Bekr Rasûlüllah’tan şöyle işitmiş: “Hiç bir şey Allah’tan fazla ğayur değildir.” (Müslim, Tevbe/6(36-37/2762) no: 6996, 6998)

Abdullah bin Mes’ûd (ra) der ki: Rasûlullah şöyle buyurdu:

“(Kulunu) Allah’tan daha çok ğayur bir varlık yoktur. Bu sebeple O, çirkinliklerin açığını da gizlisini de haram kılmıştır. Medihten (övgüden) Allah kadar hoşlanan bir kimse de yoktur. Bu sebeptendir ki nefsini methetmiştir. (Müslim, ğayretullah başlığında: Tevbe/6(33-35/2760 no: 6992-6995. Bir benzeri: Liân/16(1399) no: 3764. Ayrıca bkz. Buhârî, Tefsîr, 6/7 no: 4634, A’raf/1 no: 4638, Tevhîd/15 no: 7403)

Allah’ın övgüye ihtiyacı yoktur. Kaldı ki hiç kimse O’nu O’nun layık olduğu gibi senâ edemez (övemez).

Allah’ın övülüp yüceltilmesi, insanların kulluk bilincine varıp, Allah (cc) karşısındaki konumunu ve yaşantısını ona göre düzenlemesi, bir anlamda haddini bilmesidir.

Şüphesiz böyle bir bilinç kulun Allah ile olan bağını güçlendirir.

Ebu Hureyre şöyle anlattı: “Sa’d İbnu Ubade dedi ki: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, ben zevcemle birlikte bir adam yakalasam, dört şâhit getirinceye kadar ona mühlet mi tanıyacağım?’ ‘Evet!’ dedi Rasûlüllah. Sa’d: “Asla dedi, seni hakla gönderen Zât’a yemin olsun, şâhit aramazdan önce kılıcımı indiririm”. Rasûlullah: “Şu efendinizin söylediğine bakın! Evet, (biliyoruz ki) o ğayur  bir adamdır. Ama ben ondan da ğayurum, Allah da benden ğayurdur (olumlu anlamıyla kıskançtır).” (Müslim, Li’an16(1498) no: 3763. Bir benzeri: Ebû Dâvûd, Diyat/12 no: 4532. Bir benzeri: Buhârî,  Nikâh/108)

Ebû Hüreyre’den (ra) rivâyet edildiğine göre Rasûlüllah (sav) dedi ki: “Allah ğayurdur (kıskançtır), mümin de ğayurdur. Allah’ın ğayur olması (ğayratullah), mü’minin Allah’ın haram ettiği şeyi yapmasıdır.” (Müslim, Tevbe/6(36-2761) no: 6995-6996. Tirmizî, Rada/14 no: 1168. Ahmed b. Hanbel, 2/519, 536, 539)

Ğayur-olumlu anlamda kıskançlık insanî bir özelliktir. Böyle bir kıskançlık Allah (st) hakkında düşünelemez.

Bu da kulun gayr-i meşru işler yapmasına, sözle söylemesine, sapıklığa düşmesine rızâ göstermemesi, onun hidâyet ve doğruluk üzere olmasını istemesidir. O, kullarını korumak ve onların iyi hâllerini ister, yanlışları ve gafletleri sebebiyle kendisinden uzaklaşmalarından razı olmaz. 

Allah’ın (st) kendi yarattığı kulların, yine kendisinin koyduğu kuralları ihlâl etmelerinden hoşnut olmayacağı açıktır.

Allah’ın kıskanması din dilinde “gayretullah” şeklinde ifade edilir.

İnsanlar isyan, hata, sapıklık yaptıkları, günah işledikleri, zulmettikleri zaman; “Gayretullah’a veya gayret-i ilâhiyeye dokundu” denir. Böylelerinin cezayı hak ettiklerine inanılır.

Ğayret anlamında kıskançlığın olumlu ve olumsuz yönlerini birbirinden ayırmak gerekir.

Bazı kıskanmalar dışarıdan dinî-ahlâkî endişe veya hassas olma gibi görünse de bu, şahsi zaaf ve bencillikten, aşırı saplantıdan ve şühelerden kaynaklanmış olabilir.

Eşlerin evham ve şüphe sebebiyle birbirlerini tecessüs etmeleri zararlıdır. (Hucurât 49/12)

Nitekim Allah’ın Rasûlü bu noktaya da dikkat çekti:

Ebu Hureyre’nin naklettiğine göre Allah’ın Rasûlü (sav) şöyle dedi:

“Allah’ın sevdiği ve sevmediği ğayretler var. Allah’ın sevdiği ğayret haklı bir şüpheye dayanan kıskanmadır. Allah’ın sevmediği ğayret ise ortada şüphelenecek bir durum yokken ortaya konan (haksız) kıskançlıktır.” (İbni Mâce, Nikâh/56 no: 1996)

Demek ki olumlu anlamda kıskançlık (ğayret, ğayur olmak) ölçülü olursa gereklidir. Bu sınırı aşan gayret yersiz saplantılardan kaynaklanır ve zararlıdır.

Bazı hadis kitaplarında “Gayretü’n-nisâ” başlığı var.

Âişe (r.anha) şöyle dedi: “Rasûlüllah’ın hanımlarından hiçbirini Hatice’yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Üstelik onu görmediğim hâlde. Rasûlüllah onu sık sık anardı. Bir koyun kesip etini parçaladığında, çoğu zaman Hatice’nin dostlarına gönderirdi. Bir defasında (dayanamayıp) ona:

-Sanki dünyada Hatice’den başka kadın kalmadı dedim. Rasûlüllah:

-“O şöyle şöyleydi” diye özelliklerini saydı ve “Çocuklarım ondan oldu” dedi. (Buhârî, M. Ensâr/20 no: 3818. Bir benzeri: Müslim, F. Sahâbe/12(74-76/2435) no: 6277. Hatice’nin dostlarına gönderirdi kısmına kadar Tirmizî (hasen garib sahih kaydııyla), Birr/70 no: 2017)

Urve’nin babasından işittiğine göre Aişe şöyle demiş: “Rasûlüllah’ın hanımlarından en çok hHadice’yi kıskandım, ona kavuşmadığım hâlde.” (Müslim, F. Sahabe/12(75) no: 6278)

Yine hz. Aişe anlattı: “Rasûlüllah’ın hanımlarından Hadice’yi kıskandığım kadar diğerlerini kıskanmadım. Onu sık sık andığı için. Halbuki onu görmedim”. (Müslim, F. Sahâbe/12(75, 76) no: 6278, 6280)

Hz. Aişe anlattı: “Ben, Hatice’yi kıskandığım kadar hiçbir kimseyi kıskanmamışımdır. Ben evlenmeden önce öldüğü hâlde. Çünkü Rasûlullah onu hep över ve hatırlardı. Ayrıca Allah onu cennetle müjdelemesini emretmişti. Koyun kesecek olursa, Hatice’nin arkadaşlarına yeteri kadar hediye gönderirdi.” (Buhârî, M. Ensâr/20 no: 3816, Edeb/23 no: 6004. “Hadice’yı kıskandımdan” sonrası: Buhârî, Tevḥid/32 no: 7484)

Bunun farklı bir rivayeti: Hz. Aişe anlattı: “Ben, Hatice’yi Rasulüllah onu sık sık hatırlattığı için kıskandığım kadar hiç bir hanımını kıskanmadım. Halbuki ben onun  ölümünden üç yıl sonra evlendim. Allah (ac) yahut Cebrail (as) onu Cennette kamıştan bir evle müjdelemesini emretti.” (Buhârî, M. Ensâr/20 no: 3817)

Hz. Aişe anlattı: “Ben, Hatice’yi Rasulüllah onu sık sık hatırlattığı için kıskandığım kadar hiç bir hanımını kıskanmadım. Halbuki ben onun  ölümünden üç yıl sonra evlendim. Allah (ac) yahut Cebrail (as) onu Cennette kamıştan bir evle müjdelemesini emretti. Bir koyun kesip etini parçaladığında, çoğu zaman Hatice’nin dostlarına gönderirdi(Müslim, F. Sahâbe/12(74-2435) no: 6277)

Bir farklı rivâyet daha: Aişe dedi: “Hadice’yi çok andığı için Rasûlüllah’ın hanımlarından daha çok kimseyi kıskanmadım. Rasûlüllah’a, onu Cennette kamıştan bir evle müjdelemesi vahyedildi.” (Buhârî, Nikâh/109 no: 5229)

Bütün bu rivâyetlerde ğayret kelimesinin fiil hâli kullanıldı. Biz de onu mecburen olumlu anlamda kıskançlık diye aktardık.

Zira buradaki ğayreti Türkçe karşılayacak başka kelime yok.

 

3-Hamiyet

Bu isim-masdarın kendisinden türediği ‘hamy’ fiili sözlükte; bir şeyin ateşte kızarması, bir hararet kaynağından sıcaklığın gelmesi, öfkelenme-gazap, bir işi yapmaktan kaçınma,

himaye etme, zararlı bir şeyi giderme ve kıskanma gibi anlamlara gelir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab 4/239. Fîruzâbâdî, Kâmûsu’l-Muhît, s: 1277. Heyet, Mu’cemu’l-Vasít  1/200. Ebu Bekr er-Râzî, Muhtaru’s-Sıhah s: 158)

R. el-Isfehâní’ye göre öfke kuvveti kabarıp çoğaldığı zaman ona ‘hamiyyet’ denir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât s: 189) 

-Olumlu anlamıyla hamiyet.

‘Hamiyyet’, bir ahlâk terimi olarak; mahremlerini ve dinini töhmetten muhafaza etmedir. (Mu’cemu’l Vasít, 1/200)

Din, namus ve vatan gibi üstün değerleri koruma, bunların saldırıya uğramasından dolayı öfkelenme, savunma için harekete geçme, insanın kendisine utanç verecek şeylerden kaçınması şekline açıklanmaktadır.

Aralarında kan bağı olan kimselerin birbirini himaye etme duygusuna da hamiyyet denilmiştir. (Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 15/481)

Türkçe sözlük hamiyeti şöyle tanımlıyor: İnsanda bulunan din, millet, vatan, soy, aile gayreti. Bunları ve başka mukaddesleri koruma duygusu. Taassup, kibir, gurur. (Doğan. M. Türkçe Sözlük, s: 649)

‘Hamiyyet’ kalbe yerleşen koruma, savunma, gazap ve engel olma duygusu anlamıyla olumsuz bir manâ taşımaz. O, şerefin lekelendiğini görmekten ileri gelen bir öfke hâlidir.

Pek çok kimse kendine göre şerefinin zedelendiğini düşündüğü zamanlarda öfkelenir. Değer verdiği şeylere zarar verildiği zaman gazaba gelir. Kendisini kızdıran şeyi ve zarar veren sebebi ortadan kaldırmak için harekete geçer.

Kendine ait olan şeyleri, yakınlarını ve yakın bildiklerini –haklı veya haksız- koruma gayreti taşır.

‘Hamiyyet’i tek başına mutlak anlamda kötü bir sıfat saymak isabetli olmaz. Onu kötü yapan insanlardaki hamiyyet duygularını kabartan sebepler, onları gazaplandıran ve gayrete geçiren amaçlardır.

Hatta daha sonraki ahlâk literatüründe hamiyet çoğunlukla gazap gücünün yerinde harekete geçmesinden doğan bir erdem olarak görülmüştür.

Eğer bir kimse din, iffet, şeref ve haysiyet gibi en yüce değerleri saldırıya uğradığında öfkeleniyor, harekete geçiyor, o saldırıyı kaldırmak veya önlemek için gayrete geliyorsa; bu, olumlu bir hamiyyet duygusudur.

Şerefine, iffetine, inancına veya benzer değerlerine bir saldırı olduğu zaman gazaplanmayanlara, gereken savunmayı yapmayanlara   hamiyyetsiz denilir.

“Böyleleri namuslarına, hanımlarına ve kutsal değerlerine yapılan hakaretlere aldırmaz, alçak kimselerin eziyetlerine katlanır, zalimlerin zulümlerine ve haksızlıklarına itiraz etmeksizin boyun bükerler.

Her türlü kepazelikleri ve rezillikleri görmemezlikten gelirler. Bunlara iyi insan gözü ile bakılmaz.” (İ. Gazalí, İhya, ter. A. Serdaroğlu 3/378)

Ahlâk ilminde ‘hamiyyet’ çoğunlukla gazap gücünün yerinde harekete geçmesinden doğan bir fazilet olarak değerlendirilir.

Geç öfkelenip çabuk sakinleşen kimsenin öfkesi ideal olarak kabul edilmektedir.

Ancak bu sakinlik ve ağırbaşlılığın hamiyyet duygunun ve gayretin öldürülme noktasına götürülmemesi gerekir. (R. Isfehâní’den, M. Çağrıcı, DİA agm.) 

Aile, şeref ve namus gibi değerler “hamiyyet duygusu” ile korunabilir. Namus için kıskanç olma da bu duygunun içindedir.

Hamiyyet, gazap gücünün akıl ve din ölçüleri çerçevesinde aktif olma durumudur.

Bu ölçülerle hareket eden olgun kimse gereken yerde ‘hamiyyet’ sahibi olmalı, hiddetini gösterebilmelidir.

Yumuşaklığın gerektiği yerde de öfkesini yenmeyi bilmeli, itidalli-adâletli davranmayı bilmelidir. (Gazalî, İhya 3/378-379)

Hadislerde ‘hamiyyet’ kelimesinin olumlu ve olumsuz anlamlarda kullanıldığını görmekteyiz.

Peygamberimizin (sav) haksız bir boşama olayına tepkisi ‘hamiyyet’ kelimesiyle anlatılmış ve olumlu anlamda kullanılmıştır. (Ebû Dâvûd, Talak/10 no: 2196)

Olumlu anlamıyla hamiyyete ilk dönem müslümanlarının (selef’in) tavırları örnek olarak gösterilir: Gerektiği yerde hamiyyet ve gayret...

-Olumsuz anlamıyla

Ancak ‘hamiyyet’ duygusu, hasetten, yersiz öfkelerden, anlamsız gazaplardan, haksızca savunmalardan, hakkı kabul etmedeki kör inattan kaynaklanıyor, kişiyi haksızlığı savunmaya götürüyorsa; bu olumsuz anlamdaki hamiyyettir. Bunu savunmak ta mümkün değildir.

Bunun için Kur’an bir âyette müşriklerin müslümanlara karşı hamiyyet duygusuna kapıldıklarını, ama bunun bir ‘câhiliyye hamiyyeti’ olduğunu özellikle vurguluyor.

Âyette ‘hamiyyet’in tek başına kullanılmayıp ‘câhiliye’ kelimesiyle gelmesi müşriklerin yanlış tavırlarını daha net ortaya koymaktadır.

Hz. Aişe (ra) kendisine yapılan ifk (iftira) olayını anlatırken Sa’d b. Muaz’a yakışıksız sözler söyleyen Hazrec kabilesinin başkanı Sa’d b. Ubâde için; “İbnu Ubade sâlih (iyi)  insandı, fakat hamiyyet onu câhilleştirdi.” dedi. (Müslim, Tevbe/56-10 no: 2770. Buharî, Şehâdât/15 no: 2661, Meğazi/34. Ahmed b. Hanbel, 6/196, 198)

Hamiyyet burada olumsuz manada geçmektedir.

 

-Câhiliyye hamiyeti nedir?

Bu; câhiliyye tavrından kaynaklanan öfkeyi, gazabı, gayret ve çabayı, kendini bilmezliği ve yersiz gururu ifade eden anahtar bir kalıp ifadedir.

Buna ‘câhil cesareti’ desek doğrudur.

Hamiyyet tek başına kullanıldığı zaman pek de olumsuz anlam  taşımazken câhiliyye ile birlikte kullanıldığı zaman müşriklere ve İslâmla mücadele edenlere ait kötü ve olumsuz bir tavrı nitelendiriyor.

Hamiyet kelimesi Feth sûresindeki bir âyette iki defa geçmektedir.

Hudeybiye Antlaşması’nın söz konusu edildiği bu âyette, antlaşma sırasında müşriklerin müslümanlar karşısındaki inatçı ve uzlaşmaz tutumları “hamiyet” olarak adlandırılmış, ayrıca bunun bir “câhiliye hamiyeti” olduğu ifade edilmiş.

Mekke müşrikleri, kendi geleneklerine aykırı olarak müslümanların Kâbe’yi ziyaret etmelerine engel olmuş, Hudeybiye’de sahabeler karşı kaba bir tavır takınmışlardı. 

Sözkonusu âyette anılan ve tenkit edilen Câhiliye hamiyeti onların bu haksız tutumlarıyla ilgilidir.

“Hani o küfretmekte olan (kafirler), kendi kalpleri içinde

‘hamiyyeti/taassubu; câhiliyyenin hamiyyetini/taasubunu kaynattıkları zaman,

hemen Allah, Rasûlünün ve mü’minlerin üzerine sekine-(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu indirdi ve onları ‘takva sözü’ üzerinde kararlılıkla ayakta tuttu.

Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Fetih 48/26)    

Sabır, teennî, vakar manasında ‘sekinet’ burada hamiyetin zıddı olarak anlaşılmış.

Uhud Gazvesi’nin ardından Hz. Ömer’le söz düellosuna girişen Ebû Süfyân’ın övünme ve tehdit dolu sözler sarfetmesinden de “hamiyyetü’l-câhiliyye” diye söz edilir (Ahmed b. Hanbel, 1/288)

Bundan dolayı hamiyyetü’l-câhiliyye tabiri “câhiliye asabiyeti” şeklinde de açıklanmıştır.

Ancak hamiyeti mutlak olarak kötü bir sıfat saymak yerine insanların hamiyetlerini kabartan sebepleri değerlendirmek daha isabetli olur.

 

4-Gıpta

Başkalarının sahip olduğu imkânları kıskanmadan aynı şeyleri isteme anlamında bir ahlâk terimidir.

Gıpta’nın aslı olan ‘ğabeta’ fiili sözlükte incelemek, araştırmak, yoklamak demektir.

Buradan hareketle gıbta kelimesine nimete kavuşma arzusu, sevinç denmiş.

Terim olarak gıpta; bir kimsenin, maddî veya manevî imkân ve huylara   sahip olan başka birine imrenmesi, onun elindekilere haset etme düşüncesine kapılmadan aynı şeylere kavuşmayı arzu etmesi şeklinde tanımlanmış.

Gıpta; Başkasında olan iyi halin kıskanmadan kendisinde de olmasını isteme. İmrenme. (Doğan. M. Türkçe Sözlük, s: 582)

İslâm ahlâk ilminde gıpta genellikle haset kavramıyla birlikte ele alınır ve aralarındaki farka dikkat çekilir. (Erdem, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 14/50-51)

Bir kimsedeki iyi hâlin, nimetin kendisinde de olmasını istemek gıptadır ve bunda kötü bir taraf yoktur.

Birinin elindeki nimet ve imkanlara karşı bazılarında iki durum olabilir.

Birisi; o nimetin ve imkanın ondan gitmesini, ya da kendi eline geçmesini istemek, bunun için faaliyete geçmek ki bu olumsuz anlamıyla hasettir, çekememezliktir.

Diğeri; başkasının elindeki nimete razı olmak, karışmamak, ya da benzerinin kendisinde de olmasını istemektir ki, bu da gıptadır.

Şöyle denmiş: “Mü’min gıpta eder, münafık ise haset eder.” (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 169)

Gıpta asla kıskanma, çekememezlik değil, imrenme, özenme, daha iyisini arzu etmedir. Bu duygu kişiyi olumlu etkiler, gayrete gelmesini tetikler. Gıpta edilen kişiyi, kendisine onu örnek alır.

Gıpta bu açıdan feyz almak ile eş anlamlıdır. 

Gıptada feyz alma, özenme, imrenme söz konusudur.

Herhangi bir nimete kavuşan kimse karşısında insan ya kıskançlık sonucu huzursuz olur veya sevinir. Bunların ilkine haset, ikincisine gıpta yahut münâfese denir. (Erdem, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 14/50-51)

Gıpta Kur’an’da geçmiyor. Ancak bazı âyetlerde gıpta ile hasedin farkını gösteren işaretler var.

“Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyi -başkalarında olup da sizde bulunmayanı- hasretle arzu etmeyin... Allah’tan O’nun lutfunu isteyin.” (Nisâ 4/32)

Bu âyetin ilk kısmında haset, ikinci kısmında gıpta kastediliyor denilmiş.

Ayrıca hayırda yarışmaya dair âyetlerde gıpta ve münâfesenin teşvik edildiğini söyleyebiliriz. 

“Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz, Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (Bakara 2/148)

“İşte bunlar (muttakiler) hayır işlerine koşuşurlar ve o uğurda öne geçerler.” (Mü’minûn 23/61)

Sonra biz, o kitabı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere (Muhammed’in ümmetine) miras olarak verdik. Onlardan kendine zulmedenler vardır. Onlardan ortada olanlar vardır. Yine onlardan Allah’ın izniyle hayırlı işlerde öne geçenler vardır. İşte bu büyük lütuftur.” (Fâtır 35/32)

Böylece müslümanların, maddî ve mânevî bakımdan kendilerinden daha iyi olanlara imrenerek onlar hakkında herhangi bir kötü duygu ve düşünceye kapılmadan, zararlı davranışlara kalkışmadan, olumlu ve verimli bir rekabete girişmelerinin daha iyi olacağına işaret edilmiştir. (Erdem, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 14/50-51)

Cömertliği anlatan olumlu anlamda üç kavram, onların tersi olan olumsuz anlamda da üç kavram var. Bunların ortasında ise gıpta yer alıyor.

Bunlar aynı zamanda haset ile birlikte yakın ve zıt manadaki kelimelerdir. Şöyleki:

Haset; bende yok, onda da olmasın

Buhl (cimrilik); bende var, onda olmasın,

Şuhh; onunki da benim olsun,

Gıpta; onda var, bende de olsun,

Sehâvet; bende var, onda da olsun,

Cûd; bende yok, ama onun olsun,

Îsar; benim değil, onun olsun,

 

5-Münâfese

Olumlu anlamıyla münâfese;

‘Nefis’e kökünden, birinin sahip olduğu şeyi olumlu anlamıyla  kıskanmak, 

‘tenâfese-münâsefe’ ise; bir işte biriyle yarışmak, çok rağbet göstermek, rekabet etmek demektir.

Kötü bir niyet taşımadan o nimetin benzerine kendisinin de nâil olmasını arzulamasına gıpta,

bu arzuyu gerçekleştirme yönünde çaba göstermeye ve olumlu bir rekabet içine girmeye ‘münâfese’ denilmiştir. (Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 16/378-380)

Bu da kısaca “hayırda yarış” şeklinde açıklanmış.

Râgıb el-İsfahânî, başkasının nâil olduğu bir nimete bakarak kişinin aynı şeye kendisinin de sahip olmasını temenni etmesine gıpta,

sadece bu temenniyle yetinmeyerek aynı imkânı veya daha fazlasını elde etmek için çaba göstermesine münâfese,

başkasının sahip olduğu nimetin onun elinden çıkmasını istemesine veya bu yolda çaba göstermesine de haset denildiğini belirtir. (ez-Zerîʿa ilâ mekârimi’ş-şerîʿa, s. 348’den, Erdem, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 14/50-51)

Mutaffifîn sûresinde iyilerin âhiretteki güzel durumları tasvir edildikten sonra, “İşte yarışanlar bu yolda yarışsın” denilerek münâfese’nin tavsiye edildiği görülüyor.

“Hayır! Andolsun iyilerin kitabı İlliyyûn'dadır.

İlliyyûn nedir, bilir misin?

O, amellerin kaydedildiği bir defterdir; onu Allah’a yakın olanlar görür.

Şüphesiz iyi kimseler, Naîm cennetindedirler.

Koltuklar üzerinde, (etrafı) seyrederler. Onların yüzlerinde, nimetlerin sevincini görürsün.

Onun (içiminin) sonu bir misktir (ağızda misk gibi koku bırakır).

İşte yarışanlar, bunun için yarışsınlar.

O içeceğin katkısı tesnimdir.

Bir kaynak ki, Allah’a yakın olanlar ondan içerler.” (Mutaffifin 86/18-28)

-Olumsuz anlamıyla münâfese: 

Rasûlüllah (sav) münâfeseyi olumsuz anlamıyla da kullanıyor.

Ebu Ubeyde b. Cerrâh Bahreyn’den (cizye) malı ile dönünce bunu duyan Ensâr sabah namazında Rasûlüllah ile birlikte oldular. Onları gören Rasûlüllah şöyle dedi: “Zannediyorum siz Ebu Ubeyde’nin bir şeyle geldiğini işittiniz?” Evet dediler.

“Sizi müjdeliyorum, sevinciniz çok olsun. Vallahi, sizin için fakirlikten korkmuyorum. Lakin ben dünya (malı)nın önceden olduğu gibi sizi kapmasından, önceki gibi rekabete (münâfese’ye-yarışa) düşmenizden, (dünya malının) sizi oyalamasından korkuyorum.” (Buhârî, Rikâk/7 no: 6425)

Ukbe İbnu Âmir (ra) anlatıyor: "Rasûlullah (as) bir gün çıkıp, Uhud şehidlerine cenazelere kıldığı namazla namaz kıldı. Sonra minbere geçti:

"Ben dedi, sizden önce (havuzun başına) varacağım ve ben size şâhidlik yapacağım. Şimdi, şu anda ben, vallahi havzımı görüyorum. Bana arzın hazinelerinin anahtarları verildi.

Vallahi ben artık sizin benden sonra şirke düşmenizden korkmuyorum. Fakat sizin dünya hususunda birbirinizle rekabete (minasefe’ye), çekemememizliğe (hasede) düşmenizden korkuyorum." (Buhârî, Cenâiz/72 no: 1344, Menâkıb/25 no: 3596, Megâzî/17, 28 no: 4042, 4085, Rikâk/7, 53 no: 6426, 6590. Müslim, Fezâil/8(30-2296) no: 5976)

Amr b. Âs Rasûlüllah bir seferinde şöyle sordu: “Size fars ve rum veya herhangi bir kavim fethedildiği zaman ne yapacaksınız?” Abdurrahman b. Avf; “Allah’ın emrettiğini deriz” dedi. Rasûlüllah (sav);

“ya da buna benzer, önce rekabet (münafese) edersiniz, sonra karşılıklı hasetleşirsiniz, sonra birbirinize sırt dönersiniz, sonra birbirinize buğzedersiniz ya da buna benzer şekilde yaparsınız. Sonra muhâcirlerin meskenlerine çekilirsiniz, bazılarınız da bazılarınız boynunu vurur.” (Müslim, Zühd/7(2962) no: 7427)

Demek ki bu anlamda yarış (münafese), rekabet, “geçme beni geçerim seni”, “onlarda varsa bende de olmalı” anlayışı sağlıklı değil, gıpta hiç değil...