Kavram olarak zühd, ruhbanlık zühd ilişkisi, zühdün zillet değil izzet olduğu, zühd kanaat ilişkisi hakkında bir online ders

Hüseyin K. Ece

08.05.2023 –

18 Şevval 1444

Zaandam-Hollanda

 

46. Ders ZÜHD; ZİLLET Mİ İZZET Mİ

Günümüzde bazı kesimler tarafından yanlış anlaşılan kavramlardan biri de zühd kavramıdır. 

-Zühd

Sözlükte ‘zühd’; bir nesneye rağbetsiz olmak, az bir şeye razı olmaktır.

‘Zühd’, Kur’an’da bir âyette, çoğul olarak (zahidîn şeklinde) sözlük anlamıyla geçmektedir.

وَشَرَوْهُ بِثَمَنٍ بَخْسٍ دَرَاهِمَ مَعْدُودَةٍۚ وَكَانُوا ف۪يهِ مِنَ الزَّاهِد۪ينَ۟

“Onu (Yûsuf’u) ucuz bir fiyata, sayısı belli (bir kaç) dirheme sattılar. Onlar onu pek önemsemediler (ona pek değer vermediler).” (Yûsuf 12/20) 

Kavram olarak ‘zühd’; dünyaya, maddi şeylere ve menfaata rağbet etmemek, çıkarcı, ihtiraslı ve bencil olmamak, kanaatkâr olmak anlamlarına gelir.

‘Zühd’, nefsin arzu ve isteklerini denetim altına almak, manevi değerleri maddi değerlerden üstün tutmak demektir.

Zühd sahibi kimselere ‘zâhid’ denir.

‘Zühd’, imkan olduğu hâlde başkasını kendine tercih ve nefsi terbiye etmek amacıyla helâl olan şeylerden bile vazgeçemektir şeklinde de tanımlanmıştır.

 

-Zühdü anlamak

Zühd, bir yönüyle dünyaya ve geçim araçlarına fazla meyletmeyip ibadetle meşgul olmak, takvaya değer vermek, elde olan dünyalığa fazla sevinmemek ve elden çıkana üzülmemek, dünyalıkların sevgisini gönle yerleştirmemektir.

Zühd anlayışı bir açıdan ‘takva’ bilincine benzer. Takva bilinci mü’mini dikkatli ve şuurlu olmaya sevkeder. Dünyalıklara ve nefsin isteklerine aldanıp da Allah’a karşı gelmekten, ibadetleri ihmal etmekten, bir anlamda dünyevîeşmekten korur.

Demek ki zühd; takvaya yol açan, kişinin nefsinin isteklerini kontrol altına almasını sağlayan bir başka bilinçtir.

İnsanı hataya ve kulluk görevini aksatan iki önemli sebep; ihtiras, yani maddeyi, dünyalıkları elde etmedeki aşırı istek, onlar için deli divâne olmak, iştah ve arzular, yani sınır tanımayan istekler ve emellerdir.

Diğeri, gaflet... Şeytana ve nefsin hevâsına aldanıp sadece bu dünya hayatının cazibesine, zevk veren yönlerine kapılmak, ölümden sonrasını hesaba katmamaktır. 

Zühd ahlâkı, mü’minde bu ihtiras ve arzuları sınırlayan, gaflet ve ihmali azaltan, onu ibadete sevkeden ve takvaya hazırlayan bir anlayıştır.

Zâhidler, dünyalıkları, maddî çıkarları elde etmek için haram yollara girmekten ve Allah’a karşı görevlerini aksatmaktan korkarlar.

İşte takva, bu titizliktir, bu dikkattir.

Zühd, maddî bir darlık sebebiyle dünya ni’metlerinden (mecburen) bir uzaklaşma değildir.

Zühd, hele hele dünya geçimliklerinden yüz çevirerek ruhbanlık yapmak, bir köşeye (uzlete) çekilmek, fakir bir hâlde olmak da değildir.

Dinimiz, daha çok dindar olacağım diye uydurulan ruhbanlığı ve hayattan kopup bir köşeye çekilmeye, manastırlara vb. yerlere kapanmaya hoş bakmamaktadır. Öyleyse ruhbanlık nedir?

 

-İslâm ruhbanlığı hoş görmez

Ruhban’ kavramının aslı ‘rehbet’; acı ve ızdırap duyup büyük bir korkuyla çekinmek demektir.

Bunun özne (fail) ismi  ‘râhib-râhibe’, büyük bir korkuyla ürperen, ciddi bir korkuyla çekinen kimse demektir.

Bunun çoğulu da ‘ruhban’ veya ‘ruhbâniyyûn’dur.

Ruhbanlık yapmaya da ‘rehbâniyet’ denmektedir.

Ürpermek, dehşetle korkmak anlamındaki ‘rehbet’, hem insanlardaki derin korkuyu (Kasas 28/32),

hem de Allah’tan korkmayı ifade eder.

لَاَنْتُمْ اَشَدُّ رَهْبَةً ف۪ي صُدُورِهِمْ مِنَ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَفْقَهُونَ

Onların kalplerinde size karşı duydukları korku, Allah’a karşı duydukları korkudan daha baskındır. Bu, onların anlamaz bir toplum olmaları sebebiyledir. (Haşr 59/13)

Burada münafıkların insanlardan gelebilecek korkuyu önemseyerek ya da abartarak, Allah korkusunun önüne geçirmeleri söz konusu ediliyor.

‘Rehbet’, muttaki mü’minlerin de bir özelliğidir.

Mü’minler Rablerinden hakkıyla korkup ürperirler. Çünkü onlar Rabbin azametini (büyüklüğünü) ve azabının çetinliğini anlayan kimselerdir.

فَاسْتَجَبْنَا لَهُۘ وَوَهَبْنَا لَهُ يَحْيٰى وَاَصْلَحْنَا لَهُ زَوْجَهُۜ اِنَّهُمْ كَانُوا

 يُسَارِعُونَ فِي

 الْخَيْرَاتِ وَيَدْعُونَنَا رَغَبًا وَرَهَبًاۜ وَكَانُوا لَنَا خَاشِع۪ينَ

“O’nun (Zekeriyya’nın) duasına cevap verdik, kendisine Yahya’yı armağan ettik, eşini de doğurmaya elverişli kıldık. Gerçekte onlar hayırda yarışırlardı, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi. Bize derin saygı gösterirlerdi.” (Enbiyâ 21/90. A’raf 7/154)

Kur’an, İsrailoğullarına verilen ni’meti hatırlattıktan sonra, onlara yalnızca Allah’tan ‘rehbet’ etmelerini (korkmalarını) hatırlatıyor. (Bekara 2/40)  

Şu âyetteki  fiil halinde geçen ‘rehbet’ de aynı manadadır:

وَقَالَ اللّٰهُ لَا تَتَّخِذُٓوا اِلٰهَيْنِ اثْنَيْنِۚ اِنَّمَا هُوَ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَاِيَّايَ فَارْهَبُونِ

“Allah buyurdu ki: ‘İki ilâh edinmeyin; O, yalnızca tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun (rehbet edin).” (Nahl 16/51)

Kur’an, mü’minlere savaş atları veya savaş malzemeleri hazırlamayı, bununla kendi düşmanlarını ve onların bilmediği ama Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutabileceklerini (türhibûn) bildiriyor. (Enfâl 8/60)

Günümüz Arapçasında, dehşet saçmak, korkutmak, terör yapmak anlamında aynı kökten gelen ‘irhab’ kelimesi kullanılmaktadır.

Ruhbanlık dini daha iyi yaşamak için bir tarafa çekilmek, nefsi en doğal ihtiyaçlarından bile mahrum etmektir.

Râhib, ruhban da bunu yapan kimsedir.

Ancak Kur’an bunu icat edenleri ve bunu sürdürenleri tenkit ediyor.

“Sonra onların izleri üzerinde peygamberlerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik;

O’na İncil’i verdik ve (bir bid’at olarak) türettikleri ruhbanlığı (rehbaniyeti) ise, biz onlara bunu (uyulması gerekli bir yaşama biçimi) yazmadık.

Allah rızasını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar...” (Hadid 57/27)

Buna göre ruhbanlık; hıristiyanların sonradan Allah rızasını aramak, daha dindar olmak, daha fazla zühd (dünyadan yüz çevirme) hayatını seçmek, dünyadan el etek çekip, ibadet ile meşgul olmak için kendi kendilerine uydurdukları bir şeydir.

Hatta ruhbanlar bu nedenle evlenmeyi bile hoş görmezler. Dünya işlerine önem vermezler. Ruhu yüceltmeyi ön planda tutarlar.

Ancak onlar, bu uydurdukları ruhbanlığa bile gereği gibi uymadılar, onda da gevşeklik gösterdiler.

Ruhbanlık asıl amacından saparak, tarihi akışı içerisinde hırıstiyan din adamlarının daha iyi teşkilatlanmalarını sağlayan bir kurum hâline gelmiştir.

Ruhbanlar, hırıstiyan geleneğinde özel din adamlarıdır, ayrı bir sınıftır. Onlara ‘rûhaniler’ de denilir. 

Hırıstiyanlar onlara hak etmedikleri sıfatları verdiler. Din konusunda onların yetkili ve vekil olduklarını kabul ettiler.

Kur’an, bu inceliği ve yanlışlığı şöyle anlatıyor:

اِتَّخَذُٓوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَالْمَس۪يحَ ابْنَ مَرْيَمَۚ وَمَٓا اُمِرُٓوا اِلَّا لِيَعْبُدُٓوا اِلٰهًا وَاحِدًاۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve ruhbanlarını (rahiplerini) rabbler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de.

Oysa onlar, tek olan bir ilâha ibadet etmekten başkasıyla emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koşmakta oldukları şeylerden yücedir.” (Tevbe9/31)

İslâma göre insanın ibadet hayatında ruhbanlığa ihtiyaç yoktur. Allah (cc) kullarına böyle bir şeyi emretmemiştir. Müslümanlar daha iyi ibadet yapabilmek için bir köşeye çekilmedikleri gibi, mübah olan şeyleri de kendilerine haram etmezler. 

İslâmda ruhbanlar sınıfı da yoktur.

Böyle diyoruz da bu anlayış acaba sadece hırıstiyanlarda mı var? Müslümanlar arasında ruhbanlığa benzer uygulamalar yok mu acaba?

Ülkemizde ‘din adamı’ sıfatı, üstadlar, şeyhler, mollalar, Allah dostları denilenler dinin temsilcileri ve özel sınıf sayılmaları ruhbanlığa zemin hazırlar mı? Sorulmaya değer.

 

-Zühd; zillet içinde yaşamak değildir

Mü’minler için zühd ahlâkına sahip olmak; haram olan işlere karşı, yani haramlara ihtiyaç duymamak, dünyalıklara tutkun olmamak açısından farzdır.

Helâl olan şeylere fazla düşkün olmamak, aşırı tamah etmemek, hırslı ve bencil davranmamak da fazilettir.

Böyle bir zühd anlayışı mü’mine dünyalıklar karşısında özgürlük ve izzet kazandırır.

Tersi, yani maddenin veya dünyalıkların peşinde bir ömür boyu koşturan, gözünde ve gönlünde onlardan başka bir şey olmayan, mal ve servet uğruna bir ömür tüketen, bunlar için kulluk görevlerini ihmal eden, hatta kötülük yapan kimse bu izzeti kaybeder.

Böyleleri özgürlüğünü ve kişiliğini çıkarının emrine verenlerdir.

Dünyalıklar, mal mülk, servet, hoşa giden şeyler dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Kalıcı olanlar sâlih amellerdir. (Kehf 18/46)

Allah (cc), dünya ni’metlerini insanlar için yaratmıştır. Bu ni’metlere karşı da insanların içerisinde meyil, istek var etmiştir. İnsanın dünyalıklara meyletmesi, onlara sahip olmak, onlardan yararlanmak istemesi kötü değildir. (Âli İmran 3/14. Bekara 2/29)

Kötü ve yanlış olan bu dünyalıkların peşine düşüp, Allah’ı, öleceğini, Âhireti unutmaktır, bu yüzden kulluk görevlerini ihmal etmektir.

İşte zühd ahlâkı bu dengeyi kurmanın adıdır.

Bir büyüğün dediği gibi; “zühd dünyalıklara sahip olmamak değil, dünyalıkların sana sahip olmasına engel olmaktır”.

Bazılarının zannettiği gibi; daha takvalı, daha iyi dindar olacağım, daha çok ibadet yapacağım anlayışı ile dünya işlerinden yüz çevirmek, mabedlere, tekkelere kapanmak, yani ruhban hayatını tercih etmek,

helâl kazancı bile küçümsemek,

kendisini ve ailesini ihmal etmek,

başkasına muhtaç duruma düşmek,

el açmak, bedene eziyet etmek zühd değil, zillettir.

“Bir lokma bir hırka” İslâmın onay vermediği, başka dinlerden müslümanlara bulaşmış yanlış bir anlayıştır.

Rasûlüllah (sav) müslümanlar için mükemmel örnektir. O’nun nübüvvet hayatı baştan başa takva ve zühd hayatıdır.

O, bir elçi ve devlet başkanı olarak çok mala sahip olma imkanı olduğu hâlde bunlara itibar etmemiş, geçimini kendi eliyle sağlamış, kimseye el açmamış, başkasına yük olmamıştır.

Yetecek kadar çalışmış, dünya eşyasına sahip olmuş ama hiç bir şekilde dünyalıklar peşinde koşturmamış, maddeye sahip olmayı hayatının öncelikli hedefi yapmamıştır. Onun mütavazi bir hayatı vardı.

O’nun kulluk (ibadet) anlayışı ‘ihsan bilinci’, yani Allah’ı görüyormuşcasına ibadet şuuru içerisinde geçmişti.

İşte O’nun zühdü bu idi.

Şöyle buyurduğu rivayet edildi:  “Bir kimseye dünyaya karşı zühd ve az konuşma ahlâkı verildiğini görürseniz ona yaklaşın ve (dinleyin). Çünkü o hikmetli sözler eder.” (İbni Mâce, Zühd/1 no: 4102)

“Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı telef etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah’ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmendir...” (İbni Mâce, Zühd/1 no: 4100. Tirmizî, nak. K. Sitte, 7/ 441)

Abdullah b. Mes’ud diyor ki: Bir defasında Hz. Peygamber bir hasırın üzerinde uyumuş, hasır vücudunda iz bırakmıştı. Bunun üzerine,

“-Altına daha yumuşak bir şey sermemize izin verir misin?” dedik. O;

“-Dünyadan bana ne... Dünya (hayatı) ile benim ilgim, bir ağacın altında gölgelenip sonra da bırakıp giden yolcunun durumu gibidir.” (İbni Mâce, Zühd/3 no: 4109. Tirmizî, Zühd/44 no: 2377)

İslâm bir taraftan dünyalıklara aldanıp Allah’a ibadetten uzaklaşmayı ve dünyalıklar tutkusunu kalbe yerleştirilmesini hoş görmezken;

diğer taraftan Allah yolunda infak etmeyi, maddi ve manevi olarak kuvvetli olmayı, sürekli çalışmayı,

hatta Son Saatin geleceği bilinse bile eldeki fidanın toprağa dikilmesini emrediyor.

Demek ki hakkını vermek şartıyla zengin olmak, yani dünyalık elde etmeye çalışmak kötü bir şey değildir.

Dünyalıklar, mal ve servetler bir denize benzer. İnsan da bu denizde yol alan bir gemi gibidir. Denizin suyu geminin altında, yani dışında olursa gemi yüzer, ama aynı su geminin içinde olursa gemiyi batırır.

İşte mü’minin dünyalıklar karşısındaki tutumu böyledir. Mala, servete sahip olmak caizdir; ama şımarmamak, aldanmamak, aşkını kalbe koymamak, onlar için deli divâne olmamak, onların peşinde koşmayı hayatın en kutsal hedefi yapmamak ve mal emânetiyle Allah’ın rızasını aramak şartıyla...

Bazılarına göre Peygamberimizden çok sonraları ortaya çıkan tasavvuf; bu zühd ahlâkının gelişmiş ve sistemleşmiş şeklidir derler.

Ancak tarih boyunca ortaya çıkmış pek çok tasavvuf akımının bu amaçtan ayrıldığı, Peygamberimizin tavsiye etmediği bir zühd anlayışını benimsedikleri de bir gerçektir.

Hadis kitaplarının içinde ‘zühd’ bölümlerinin olduğunu ve yalnızca zühd’le ilgili hadisleri topladıklarını,

Peygamberimizin ve sahabelerinin zühd’lerini anlatan ‘zühd kitaplarının-Kitabu’z-Zühd’lerin yazıldığını ilave edelim.

 

-Zillet değil izzet

‘İzzet’; üstünlük, şeref, haysiyet, kuvvet ve güç sahibi olmayı ifade eder.

İnsanı zillete (alçaklığa, şerefsizliğe) düşmekten alıkoyan üstünlükler, yücelikler ve sahip olunan imkanlardır.

Düşmanı karşısında galip gelen kimse için de ‘izzetli’ denilmiştir.

İzzetin karşıtı ‘zillet’tir.

Aynı kökten türemiş ‘aziz’ kavramı ise, her türlü üstünlüğü, galibiyeti, güçlü olmayı ve en üstün şerefi ifade eder. Bu sıfat Kur’an’da hemen hemen tamamen Allah hakkında kullanılmaktadır.

el-Azîz, yani en üstün, en yüce, en mutlak ‘izzet’ sahibi yalnızca Allah’tır.

Peygamber ve mü’minler de Allah’ın emrine itaat ettikleri için O’nun yanında üstünlük ve şeref kazanırlar, İslâmı yaşadıkları için de ‘izzet-üstünlük’ elde etme imkanına kavuşurlar.

يَقُولُونَ لَئِنْ رَجَعْنَٓا اِلَى الْمَد۪ينَةِ لَيُخْرِجَنَّ الْاَعَزُّ مِنْهَا الْاَذَلَّۜ وَلِلّٰهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِه۪ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ وَلٰكِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ لَا يَعْلَمُونَ۟

 Onlar, “Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır” diyorlardı.

Hâlbuki asıl üstünlük (izzet), ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler. (Münafikûn 63/8)

Peygamber (sav) zamanında bazıları müslümanlara yukarıdan bakıyorlardı, onları mal, dünyalık, makam açısından, kuvvet yönünden ‘zelil’ (aşağı) görüyorlardı, görüyorlar.

Kur’an onlara bu âyetle kesin bir cevap veriyor ve izzetin kime ait olduğunu söylüyor.

İslâm, insan fıtratına aykırı, insanın değerini azaltacak, izzetine halel getirecek bütün davranışları, yeme içmeleri yasaklıyor. İçki içmek, zina etmek, hırsızlık yapmak, haram şeyler yemek gibi...

Bunlar ve bunlara benzer bütün fiiller insanın kalitesini düşürür.

Bu gibi günahlardan sakınanlar ‘izzet’; şeref ve haysiyet sahibidirler.

Bunları yapanlar ise değerlerini kaybederler, zelil-kıymetsiz olurlar.

Allah’tan (st) başka tanrı tanımamak, O’nun adını her an zikretmek, O’nu unutmadan hareket etmek, yani hakkıyla kulluk etmek,

O’nun yolunda infak etmek, dünyalıklar karşısında küçülmemek,

ilim yolunda olmak, ilim öğrenmek (zira ilim izzettir),

hakkı desteklemek, hakka yardımcı olmak,

ahlak ve karakter açısından vakur, kişilikli ciddi, tutarlı ve sağlam olmak,

zalimlere, tağutlara boyun eğmemek, onların anlayışlarını reddetmek,

küçültücü, seviyesiz, günah, çirkin davranışlardan uzak kalmak, ucuz kazançların, çıkarın delicesine peşinde olmamak izzettir.

Bunların tersi de zillettir.

Allah (st), insanların tercihine göre dilediğini aziz (izzet sahibi) kılar, dilediğini zelil (zilletli) eder. (Âli İmran 3/26)

Bazı insanlar, Allah’ı bırakıp putları ‘ilâh’ edinirler. Onlar bu yalancı, işe yaramaz, bir faydasını görmedikleri, hayâli tanrılarının yanında bir ‘izzet’ bulacaklarını zannederler. (Meryem 19/81)

وَاِذَا ق۪يلَ لَهُ اتَّقِ اللّٰهَ اَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالْاِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُۜ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ

 Bazılarına;“Allah’tan ittika et- sakın ve hakkıyla kork” denildiği zaman, o bu davete karşı kibirlenir. Bu gibi çağrılara kulak asmaz ve günah işlemekle ‘izzet’ kazanacağını zanneder. (Bakara 2/206)

Mü’minler, kendi kardeşleri olan müslümanlara karşı gayet alçak gönüllü (zelil), mütevazi ve merhametli, ama düşmanlarına karşı ‘izzet’ (güç ve şeref) sahibidirler.

Onların karşısında pısırık, sünepe, teslimiyetçi ve hakkını bile savunamayacak kadar korkak değildirler. (Mâide 5/54. Fetih 48/29)

Kur’an gerçek izzetin iman etme ile elde edilebileceğini müjdeliyor. Bir başka ifadeyle Allah (cc), Kur’an’ın davetine uyarak iman edenlere, iki dünyada da, saadetin yanında izzet de vereceğini duyuruyor.

Mü’minler gerçek izzet sahibidirler ve onlar her bakımdan üstün ve şereflidirler. (Münafikûn 63/8)

Buna rağmen, dünya ölçülerini esas alan bazı müslümanlar, kendilerini ve sahip oldukları değerleri aşağı ve zelil, buna karşın Kur’an’ın müşrik, müfsit ve zalim dediği kimseleri izzetli görebilirler. (Nisâ 4/139)

Kimileri de kendilerinin izzetli, mü’minleri zelil ve hakir sanabilirler. Onlara sefih (kafasız) diyebilirler.

Halbuki Kur’an’a göre üstünlük, şeref ve izzet soyla, zenginlikle, bir ülkeye mensup olmakla, diploma ile değil; iman ve o imanın getirdiği ahlâkla kazanılır. Mü’min, fakir de olsa izzet sahibidir.

 

-Bir zühd ahlâkı olarak kanaat

İslamın tavsiye ettiği zühd anlayışının bir göstergesi de kanaatkâr olmaktır.

Kanaat, dünya nimeti olarak kendisine nasip edilene razı olma, elinde bulunan ile yetinme, açgözlü olmamak demektir.

İnsan nefis taşıdığı için çok şeye sahip olmak ister. Hırs (aşırı istek), tamah, arzu sahibidir. Mal, servet, dünyalıklar yönünden doymaz bir iştahı vardır. Bir ni’mete kavuştuğu zaman bir ötekine de sahip olma arzusu duyar.

Ancak isteklerin ve arzuların sınırlandırılması esastır. Alabildiğine başıboş bırakılmış nefis, sahibinden her şey ister, helâl haram tanımaz. Allah yolunda infak ettirmez.

İslâm her konuda olduğu gibi bu konuda da bir denge getiriyor.

Bu duyguyu zühd anlayışı, yani dünyalıklara kapılmamak, hayatın hedefine onları koymamak, Kur’an’ın meta’ dediği şeyleri kutsal saymamak, bir de kanaatkâr olmak dengeler, ya da kotrol altında tutar.

“Şüphesiz bu dünya hayatı ancak (geçici) bir yararlanmadır. Ahiret ise ebedî olarak kalınacak yerdir.” (Mü’min 40/39)

“Dünya hayatı bir oyundan bir eğlenceden başka bir şey değildir. Âhiret hayatı ise gerçek hayattır. Keşke bilselerdi.” (Ankebut 29/64)

Kanaat, dünyalıklar karşısında dengeli bir tavrı ifade eder. Ne aşırı aç gözlü olmak, ne de aşırı istrafçı... İkisinin ortası dengeli, güzel bir tavır...

Kişinin, dünyalıklardan kendi payına düşene razı olup, hırs ve tamah ile bütün zamanlarını bunlara harcamaması gerekir. Çünkü hırs ve tamah insanı doyumsuz, aşırı cimri, açgözlü, kıskanç, huzursuz eder.

Hatta bu iki huy kişiye, fazla mala sahip olma yolunda haksızlığa, zulme ve hak yemeye bile götürebilir.

Müslüman zengin olmayı isteyebilir, zengin olmaya çalışabilir; ancak bunun yanında kanaatkâr olmayı da istemeli...

Kanaatkâr olmayan insanlar hiç bir zaman zengin olamazlar. Yani malları çok olsa bile gözleri doymaz, kalbleri tatmin olmaz.

Rasûlüllah şöyle buyurdu:

“Zenginlik mal çokluğu ile değildir. Bilakis zenginlik göz tokluğuyladır.” (Müslim, Zekât/40-120(1051) no: 2420. Buhârî, Rikâk/15 no: 6446. Tirmizî, Zühd/40 no: 2373)

Yürekleri daha yüce, daha lezzetli ve daha kalıcı gıdalar doyurmadıkça gözler aç kalmaya, iştahlar başıboş olmaya mahkûmdur.

İmanın iktidar olmadığı kalbleri hangi gıda doyurabilir?

İmanın yön vermediği nefsi hangi zenginlik tatmin edebilir?

İmandan ve onun eseri takvadan daha doyurucu bir azık olabilir mi? Ebedi lezzet hasretinden yoksun olan gönüller, teselliyi fani lezzetlerde ararlar. Onunla da doymaları mümkün değildir.

Bütün sevgilerin ve tazimlerin kendisine bağlı olduğu Allah (cc) sevgisi, O’nu hatırlamak, yüreklerin ana gıdasıdır. Bu gıdadan yoksun kalan, kendini sonu gelmez fakirliğe, doymaz bir iştaha ve açgözlülüğe düşürür.

Kanaatın bir anlamı da, insanlara muhtaç olmamak ve yalnızca Allah’tan istemektir. Mülkün yalnızca Allah’a ait olduğunu bilenler, fâni varlıklardan bir şey istemezler.

Kanaat insanı maddenin kulluğundan, hırs ve tamahın köleliğinden kurtarır. Onursuz yaşamanın zincirini kırar, kişiye onur ve izzet kazandırır. İnsanı ruhsal olarak doyurur ve mutlu eder.

Bizim zühd dediğimiz anlayış da işte budur.