Kur'an'da seçkin/değerli olmayı anlatan diğer kelimeler, seçkinlik, seçkin olma ve seçilmiş kavim iddiası, fırka-i naciye hakkında bir online ders

Hüseyin K. Ece

13.11.2023 – 19 Rebiu’l-âhir 1445

Zaandam

SEÇKİNLER ve SEÇİLMİŞLERDEN OLMAK İDDİASI

  وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُۚ  A’raf 7/43

وَاِجعلنَا عِنْدَنَك لَمِنَ الْمُصْطَفَيْنَ الْاَخْيَارِ

-Seçilmiş anlamına yakın olan kelimeler

1-Viche, vecîh

Bunlar teveccüh ile aynı kökten gelir. Teveccüh kelimesi Kur’an’da ikisi tef’ıl kalıbıyla ‘veccehe’ şeklinde, bir tanesi de ‘tefa’ul’ kalıbıyla ‘teveccehe’ şeklinde ve yönelme, bir şeye doğru yönünün çevirme anlamında geçiyor.

اِنّ۪ي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذ۪ي فَطَرَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ حَن۪يفًا وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۚ

“(İbrahim) Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim (veccehtu) ve ben müşriklerden değilim.” (En’am 6/79)

‘viche’; yön, cephe, itibar/izzet, değerli, haysiyetli, mevki sahibi, şerefli, sevgili, ‘vecih’; kavmin efendisi, reisi, şeref ve mekan sahibi adam, yön, cihet demektir..

-İsa (as) hakkında;

“Hani melekler şöyle demişti:

اِذْ قَالَتِ الْمَلٰٓئِكَةُ يَا مَرْيَمُ اِنَّ اللّٰهَ يُبَشِّرُكِ بِكَلِمَةٍ مِنْهُۗ اِسْمُهُ الْمَس۪يحُ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ وَج۪يهًا فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ

“Ey Meryem! Allah, seni kendi tarafından bir kelime ile müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünyada da, âhirette de itibarlı (vecih) ve Allah’a çok yakın olanlardandır.” (Âli İmran 3/45)

-Musa (as) hakkında;

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ اٰذَوْا مُوسٰى فَبَرَّاَهُ اللّٰهُ مِمَّا قَالُواۜ وَكَانَ عِنْدَ اللّٰهِ وَج۪يهًا

“Ey iman edenler! Siz Mûsâ’ya eziyet eden kimseler gibi olmayın. Nihayet Allah onu onların dediklerinden temize çıkarmıştı. Mûsâ, Allah katında itibarlı (vecih) bir kimse idi.” (Ahzab 33/69) K

avmi ona eziyet ettiler ki o şöyle dedi:

وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ لِمَ تُؤْذُونَن۪ي وَقَدْ تَعْلَمُونَ اَنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْۜ فَلَمَّا زَاغُٓوا اَزَاغَ اللّٰهُ قُلُوبَهُمْۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِق۪ينَ

“Bir zaman Musa kavmine: Ey kavmim! Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz? demişti. Onlar yoldan sapınca, Allah da kalplerini saptırmıştı. Allah, fâsıklar topluluğunu doğru yola iletmez.” (Saff 61/5)

Kur’an İsrailoğullarının Musa’ya (as) yaptığı eziyetlere örnekler veriyor: “(ve) Musa kendi halkına: "Yardım için Allah’a sığının ve (dar günde) sabırlı olun" dedi, "Bilin ki, bütün bir yeryüzü Allaha aittir: onu, kullarından kimi dilerse ona miras bırakır; ve gelecek Allah’a karşı sorumluluk bilincine sahip olanlarındır!"

(Fakat İsrailoğulları:) "Biz, sen gelmeden önce de çok eziyet çektik, geldikten sonra da!" dediler. (Musa cevaben): "Belki de, Rabbiniz düşmanınızı yok edip yeryüzüne sizi varis kılacak: Ve sonra sizin nasıl (ve neler) yaptığınıza bakacak!" (A’raf 7/128-129)

Onlar, Hz. Musa’ya tabi olmakla elde edecekleri kazancı bilmiyorlar, adeta köleliğe razı oluyorlardı. İddialarına göre güya hiç olmazsa karınlarını doyuracak ekmek bulabiliyorlardı. Zalim bir efendinin verdiği bir parça kuru ekmeği, biraz geçimliği şeref ve izzete, Allah’ın seçkin kulları ve yüce bir peygambere ümmetle olmaya, tevhidin bayraktarlığını yapmaya değiştiler.

Şüphesiz onların bu tavrı Hz. Musa’yı son derece üzüyor, yaptıklarını bir eziyet sayıyor ve inciniyordu. Mesela;

“Ey Musa, biz Allah'ı kendi gözümüzle görmedikçe sana inanmayız...” (Bekara 2/55),

“sen ve Rabbin, ikiniz gidin ve savaşın...” (Mâide 5/24) demeleri,

Tûr dağına vahiy almak için gittiği zaman arkadan buzağıya tapmaları (Bekara 2/51, 54, 92-93. A’râf 7/148, 152. Tâ-Hâ 20/88)

Taştan oniki göze açılıp su fışkısmasına, kudret helvasına ve bıldırcın etine rağmen kendisinden sebze, hıyar, soğan, mercimek, sarımsak istemeleri (Bekara 2/57, 60-61) gibi.

Halbuki Musa (as) Allah katında değerli, itibarlı, seçkin bir yeri vardı. O şerefli ve mücteba bir Allah elçisi idi.

 

2-Zülfet-zülfâ

Bunun aslı ‘zelefe’ fiili; yaklaşmak, ilerlemek, takdim etmek, ıf’âl kalıbından ‘ezlefe’, yaklaştırmak demektir. Bir kaç âyette geçiyor:

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍۜ وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّق۪ينَۙ

“O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar!” Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur). O gün cennet, takvâ sahiplerine yaklaştırılır.” (Şuarâ 26/88-90)

وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّق۪ينَ غَيْرَ بَع۪يدٍ

“Cennet de takvâ sahiplerine yaklaştırılır; (onlardan) uzakta olmayacaktır.” (Kâf 50/31. Bir benzeri: Tekvîr 81/13)

وَاَزْلَفْنَا ثَمَّ الْاٰخَر۪ينَۚ وَاَنْجَيْنَا مُوسٰى وَمَنْ مَعَهُٓ اَجْمَع۪ينَۚ

“Ötekileri de oraya yaklaştırdık. Mûsâ’yı ve beraberindekilerin hepsini kurtardık.” (Şuarâ 26/64)

Bu fiilden gelen ‘zülef’ ise; gecenin derecelerine, katmanlarına denir.

وَاَقِمِ الصَّلٰوةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ الَّيْلِۜ اِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّـَٔاتِۜ ذٰلِكَ ذِكْرٰى لِلذَّاكِر۪ينَۚ

“(Ey Muhammed!) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın vakitlerinde (zülefen) namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür.” (Hûd 13/114)

Müzdelife de aynı kökten gelir. Bunun sebebebi; hacıların Arafat’tan ayrıldıktan sonra o gece Mina’ya yakın olmalarındandır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 314. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/49)

Aynı kökten gelen ‘zülfetü-zülfâ’; itibar, pâye, yakınlık, derece, konum veya mertebe demektir.

فَلَمَّا رَاَوْهُ زُلْفَةً س۪ٓيـَٔتْ وُجُوهُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَق۪يلَ هٰذَا الَّذ۪ي كُنْتُمْ بِه۪ تَدَّعُونَ

“Ama onu (azabı) yakından gördükleri zaman, inkâr edenlerin yüzleri kararacak ve (kendilerine): İşte sizin isteyip durduğunuz budur! denecektir.” (Mülk 67/27)

اَلَا لِلّٰهِ الدّ۪ينُ الْخَالِصُۜ وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَۢ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلَّا لِيُقَرِّبُونَٓا اِلَى اللّٰهِ زُلْفٰىۜ اِنَّ اللّٰهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ ف۪ي مَا هُمْ ف۪يهِ يَخْتَلِفُونَۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْد۪ي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ

“İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez. (Zümer 39/3)

وَمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَلَٓا اَوْلَادُكُمْ بِالَّت۪ي تُقَرِّبُكُمْ عِنْدَنَا زُلْفٰٓى اِلَّا مَنْ اٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًاۘ فَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ جَزَٓاءُ الضِّعْفِ بِمَا عَمِلُوا وَهُمْ فِي الْغُرُفَاتِ اٰمِنُونَ

“Ne mallarınız ne de çocuklarınız, sizi bizim katımıza daha çok yaklaştıran şeylerdir! Ancak iman edip salih amel işleyenler başka. İşte onlar için işlediklerine karşılık kat kat mükâfat vardır. Onlar cennet köşklerinde güven içindedirler.” (Sebe’ 34/37)

Bu üç âyette de ‘zülfetü-zülfâ’nın yakın, yakına gelme anlamında kullanıldığını görüyoruz. Zülfâ iki peygamber hakkında övücü sıfat olarak onların üstün mertebelerini ifade ediyor.

-Davûd (as) hakkında;

فَغَفَرْنَا لَهُ ذٰلِكَۜ وَاِنَّ لَهُ عِنْدَنَا لَزُلْفٰى وَحُسْنَ مَاٰبٍ

“Biz de onu (Davud’u) bağışladık. Kuşkusuz yanımızda onun yüksek bir makamı, güzel bir geleceği vardır.” (Sâd 38/25)

-Süleyman (as) hakkında;

وَاِنَّ لَهُ عِنْدَنَا لَزُلْفٰى وَحُسْنَ مَاٰبٍ۟

“Kuşkusuz onun (Süleyman’ın) katımızda yüksek bir yakınlık derecesi ve güzel bir geleceği vardır.” (Sâd 38/40)

 

-Seçkin olma, üstünlük iddiaları

Görüldüğü gibi Allah katında önceki ümmetlerden kimler seçkin, kimler üstün imiş âyetler haber veriyor. Kur’an’dan sonra kim seçkin olabilir, onun şartlarını da kim belirleyebilir? Buna göre Allah hak edeni seçkin, hayırlı, kendine yakın ve veli olarak kabul eder.

Dolaysıyla tarihten beri insanların uydurdukları üstünlük, seçkinlik, “biz daha iyiyiz”, “biz 1. sınıfız”, “biz kurtulanlardanız”, “bizim cemaat Nuhun gemisidir”, “ne mutlu bizden olana” iddiaları boştur, temelsizdir.

Bir soya, ırka, kabileye,

bir renge, bir giyime, bir üniformaya, bir kavuğa sahip olmak,

bir mesleğe, bir sanata,

bir beldeye/ülkeye, coğrafyaya, şehre mensup olmak,

zengin kültüre, uygarlığa, zenginliğe sahip olmak,

bir cemaata, partiya, mezhebe, tarikata mensup olmak asla şeref, üstün, seçkin olmanın sebebi değildir.

Bu iddialari isbat edecek sağlam bir delil yoktur. Bunlar bazılarının uydurdukları kuruntular, ağızlarında geveledikleri iddialardir.

Şeytan bile haddini aşarak üstünlükk tasladı:

قَالَ مَا مَنَعَكَ اَلَّا تَسْجُدَ اِذْ اَمَرْتُكَۜ قَالَ اَنَا۬ خَيْرٌ مِنْهُۚ خَلَقْتَن۪ي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ ط۪ينٍ

“Allah buyurdu: “Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?” (İblîs), “Ben ondan daha daha hayırlıyım; çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın” dedi.” (A’raf 7/12. Ayrıca bkz: Hıcr 15/33. Sâd 38/76)

Şu soruyu soralım: İnsanların en hayırlısı kimdir? Cevabı Peygamber (sav) veriyor;

“İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” (Buhârî, Meğâzi/35 no: 4141)

“İnsanların en hayırsızı/kötüsü“ de bunun tersi; “başkalarına bir şekilde zarar verendir, kötülük edendir” diyebiliriz.

Buna göre en iyi insan; adı Ahmet, Hasan, Hakan, George, Hans, Pieter, Aleksandır, türk, arap, japon, alman, ingiliz olan, şucu bucu değil; insanlara faydalı olandır.

-Sahabe hayatından dikkat çekici iki örnek:

--İslâmın oğlu Selman örneği

Eğer şu haber doğruysa; “Sahabeden birkaç kişi, Mescid-i Nebevi’de kendi aralarında sohbet ediyorlardı. O esnada sahabeden Selman, mescide girmiş. Bunun üzerine sohbet etmekte olanlardan birisi yanındakilere sırayla; “aileniz, soyunuz sopunuz nedir?” diye sormuş. Onların her biri kendi ailesini, soyunu överek zikretmiş. Nihayet bu şahıs Selman’a dönerek; “Senin soyun sopun, sülâlen nedir ey Selman?” demiş. Selman şöyle cevap vermiş:

أنَا سَلْمَانُ ابْنُ الْإسْلَامِ

Ben İslâmın oğlu Selman’ım. Ben dalâletteydim, Allah beni Muhammed ile hidâyete erdirdi. Ben fakirdim, Allah beni Muhammedle zenginleştirdi. Ben köleydim, Allah beni Muhammedle özgürleştirdi.”

Bu konuşmaları duyan Ömer (ra) onların yanına gelmiş ve; “benim kim olduğumu, benim de soyumu sopumu öğrenmek ister misiniz?” diye sormuş ve sonra demiş ki;

أنَا عُمَرُ ابْنُ الْإسْلَامِ أخُو سَلْمَانِ ابْنِ الْإسْلَامِ:

Ben de İslâm oğlu Ömer’im, İslâm oğlu Selman’ın kardeşiyim.” (Beyhâkî, Şuabu’l-İman, 4/286-287)

Rasûlüllah’ın (sav) “Selman bizdendir, ehl-i beyt’tendir” (Hâkim, 3/691/6541. Heysemî, 6/130. İbni Hişâm, es-Sîre, 1/72. Belâzûrî, Ensâb, II 1/45) dediği rivâyet edildi.

Eğer bu rivâyet doğru ise soy-sopun değil, davaya aidiyetin önemi bir kere daha vurgulanmış olur.

M. İkbal de “Benim anam da, babam da İslâmdır” demiş.

--Ebu Zerr örneği

Ebu Zerr (anlattı): “Biriyle benim aramda bir söz geçti. Onun annesi arap değildi, onu ayıpladım. O da beni Rasûlüllah’a haber verdi. Rasûlüllah bana; “Falanca kişiye sövdün mü?” dedi. “Evet” dedim. “Onu annesinden dolayı ayıpladın mı?” diye sordu. “Evet” dedim. “Sen, kendisinde hâlâ câhiliyye (izleri) olan bir kimsesin” dedi...” (Buhârî, Edeb/44 no: 6050)

Haccâc anlattı: Ebu Zerr Rebeze’de iken ona uğradım ve Rasûlüllah zamanında bir adamın diğerine sövmesini ve annesinden dolayı onu ayıplamasını sordum. Şöyle anlattı:”Bu kişi Rasûlüllah’a geldi ve durumu anlattı. Rasûlüllah ona dedi ki: “Sen kendisinde hala câhiliyye (kalıntısı) olan bir kişisin...” (Ahmed b. Hanbel, 5/193 no: 21488)

Ahmed b. Hanbel Kitâbu’z-Zühd’de isim vermeden şu rivâyeti aktarıyor: Rasûlüllah’ın sahabelerinin ileri gelenlerinden biri bir adamı annesinden dolayı ayıpladı. Rasûlüllah ona; “Allah’a andolsun ki, sen kırmızı veya zenci gördüklerinden üstün değilsin. Üstünlük ancak takvadadır.” (Ahmed b. Hanbel, Kitâbu'z-Zühd, no: 2367)

Görülüyor ki –ulaşabildiğim- rivâyetlerin hiç birinde Bilâl’in (ra) adı, aralarındaki çekişme, Ebu Zerr’in özür dilemesi geçmiyor.

 

-Haksız üstünlük iddiası: Asabiye

Irk, etnik köken, sınıf, kültürel açısından üstünlük iddiaları var. Hem tarihte hem günümüzde... İslâm kültüründe bunun adı asabiye’dir.

‘Asabiye’nin aslı olan ‘a-sa-be’ fiili sözlükte pek çok manaya gelmekte beraber; bağlamak, sarmak, kuşatmak, şiddetle himaye etmek gibi anlamları daha ağırlıklıdır. (Lisânu’l-Arab, 10/165-169. el-Isfehânî, el-Müfredât s: 502)

“Kavgada ve savunma sırasında yakın akraba kişinin etrafını sardığı, onu korumaya çalıştığı için akrabalara ‘asabe’ denilmiştir.” (TDV İslâm Ansiklopedisi, 3/452)

Câhiliyye döneminde, aralarında kan bağı bulunan akrabanın oluşturduğu topluluğa ‘asabe’, bu topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve dış tehlikelere karşı koymasını veya saldırı söz konusu olduğunda bütün topluluk üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhuna ‘asabiye’ denirdi. Bu yakınlık duygusu aileden başlayarak akrabaya, kabileye ve aşirete doğru yayılırdı. Bu olumlu asabiyedir.

Peygamber (sav); “Bir kimsenin kavmini sevmesi asabiye midir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Hayır, fakat asabiye; kişinin zulümde kavmine yardım etmesidir.” (İbni Mâce, Fiten/7, no: 3949. Ebû Dâvûd, Edeb/112 no: 5119)

Olumsuz anlamda ‘asabiye’;

aile, kavim, kabile, grup ve benzeri konulardaki aşırı düşkünlük ve bağlılıktır. Kişinin kendi akrabalarını ve içinde bulunduğu toplumu öne çıkarması, onlara ait olan şeyleri savunması, onlara yardımda öncülük tanıması, onlara haksız olsalar bile taraftar olması demektir.

İslâm, dar anlamda kavmiyetçilik manasına gelen ‘asabiye’yi yasaklamış, bunun câhiliye âdeti olduğunu vurgulamıştır. ‘Asabiye’, bugün vatan, ırk veya kültür üstünlüğünü savunan milliyetçilik fikrinden çok, bir kavmin, bir kabilenin üstünlüğünü savunan ırçılık fikrine daha yakın görünmektedir ve ondan daha dar kapsamlıdır.

Asabiye haksız bir tarafgirliktir. ‘Asabiye’ anlayışı, asabiye’ye davet câhiliye anlayışıdır.

Cubeyr b. Mut’im’in naklettiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle dedi: “İnsanları bir asabiye için toplanmaya çağıran, bir asabiye için savaşan ve asabiye uğruna ölen bizden değildir.” (Müslim, İmare/57 no: 1850. İbni Mâce, Fiten/7 no: 3948. Nesâí, Tahrim/28 no: 4120. Ebû Dâvûd, Edeb/112 no: 5121)

“Kim itaatten çıkar, cematten ayrılır (ve bu halde ölürse) câhiliye ölümü ile ölmüş olur. Kim de körü körüne çekilmiş (ümniyye) bir bayrak altında savaşır, asabiye için gadaplanır veya asabiyeye çağırır veya asabiyeye yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm de câhiliye ölümüdür.

Kim ümmetimin üzerine gelip iyi olana da, kötü olana da ayırım yapmadan vurur, mü’min olanlarına hürmet tanımaz, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse o benden değildir, ben de ondan değilim.” (Müslim, İmâre/83 no: 1848)

‘Asabiye’, yalnızca ırk soy veya kabile sevgisinde olmaz. Günümüzde çok sık görüldüğü gibi parti, grup, cemaat, ülke, kültür, uygarlık, spor takımı, hatta lider sevgisinde bile olmaktadır.

İslâm her ne kadar asabiyeyi yasaklasa da tarihten beri müslümanların arasında var oldu, var olacak, çeşitli toplumlarda, kişilerde devam edecek...

Ebû Malik el-Eş’ari (ra) anlatıyor: “Rasûlullah (as) buyurdu ki: “Ümmetimde dört şey vardır ki, câhiliye işlerindendir, bunları terk etmeyeceklerdir: Haseble (ırk ve kabile üstünlüğüyle) övünme,

nesebi, soyu sebebiyle insanları kötüleme,

yıldızlardan yağmur bekleme,

(ölenin ardından) matem ve ağıt yakma!’ Rasûlüllah sözlerine şöyle devam etti: ‘Matemciler, şayet tevbe etmeden ölecek olursa, kıyâmet günü üzerinde katrandan bir elbise, uyuzlu bir gömlek olduğu hâlde (kabrinden) kaldırılır.” (Müslim, Cenâiz/38 no: 934)

-Seçilmiş kavim iddiası Yahudilerin iddiası:

“Çünkü sen Allah’ın Rab için mukaddes bir kavimsin. Allah Rab yeryüzünde olan bütün kavimlerden kendine has kavim olmak üzere seni seçti. Rabbin sizi sevmesi ve sizi seçmesi bütün kavimlerden çok olduğunuz için değildi; çünkü bütün kavimlerden az idiniz, fakat Rab sizi sevdiği, ve atalarınıza ettiği andı tutmak istediği için Rab sizi kudretli elle çıkardı...” (Kitabı Mukaddes-Tevrat, Tesniye/7)

Biz, ben, bizimki Allah dostudur demenin iddiadan öte bir anlamı yok. Rabbimiz böyle diyen ehl-i kitabı uyarıyor.

قُلْ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ هَادُٓوا اِنْ زَعَمْتُمْ اَنَّكُمْ اَوْلِيَٓاءُ لِلّٰهِ مِنْ دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿6﴾

“De ki: “Ey Yahudi akidesini benimseyenler! Bütün insanlar değil de, yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunu iddia ediyorsanız, (bunda da) samimi iseniz haydi ölümü isteyin!” Ama onlar, daha evvel yaptıklarından dolayı asla ölümü istemezler. Allah, zalimleri hakkıyla bilir.” (Cumua 62/10-11)

Allah katında öyle olmadığı hâlde;

وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارٰى نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ وَاَحِبَّٓاؤُ۬هُۜ

“Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız...” demek de boş bir iddiadır. (Mâide 5/18)

Bu âyetlerle bazı müslümanların ölmüş veya yaşayan onlara göre özel kişiler hakkında; “veli, evliyâullah, ğavs, seyyid, mübarek” demeleri arasında bir kıyas yapalım...

 

-Kurtulan fırka (fırka-i nâciye):

Müslümanlar arasında bazıları da kurtulacak gruptan olduklarını zannederler, hayâl ederler.

‘Fırka-i nâciye’, kurtulan fırka, umduğuna kavuşan, Cehennem azabından uzaklaşan grup demektir. Kavram olarak, Kur’an ve Sünnet’in hükümlerini kabul ederek, Peygamberimizin ve sahabelerinin yolunu izleyen kimseler hakkında kullanılmıştır.

Allah Rasûlü (sav): "İsrailoğullarının başına gelen şey, ümmetimin de başına gelecektir. İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ay¬rıldı; ümmetim de onlardan bir fazlasıyla yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır ve biri dışında diğerleri Cehenneme gidecektir. Dediler ki: “Ey Allah'ın Rasûlü, ateşten kurtulacak bu fırka hangisidir?” “O, benim ve ashabımın üzerinde bu¬lunduğu şeydir" buyurdu. (Tirmizî, İman/18 no: 2640 (hasen garip kaydıyla). İbni Mâce, Fiten/17 no: 3993)

“Yahudiler yetmişbir veya yetmişiki fırkaya ayrıldılar. Hırıstiyanlar da yetmişbir veya yetmişiki fırkaya/gruba ayrıldılar. Benim ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılacaktır.” (Ebû Dâvûd, Sünnet/1 no: 4596)

“Şüphesiz İsrailoğulları yetmişbir fırkaya bölündüler. Bunların yetmiş fırkası helâk oldu, birisi kurtuldu. Muhakkak benim ümmetim de yetmişiki fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yetmişbiri helâk olacak birisi de kurtulacak. Dediler ki; “Ey Allahın Rasûlü! Bu kurtulacak olan fırka hangisidir?” Rasulüllah (sav); “Cemaattir, cemaattir” dedi.” (A. b. Hanbel, 3/145. nak. İ. Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, s: 26)

Bazı rivâyetler de fırka sayısı farklılık göstermektedir. (İbni Mâce, Fiten/17 no: 3991, 3992, 3994, 3995. Darimí, Siyer/75 no: 2521. Tirmizí, İman/18 no: 2640)

Fırka fırka olmak hastalığı tarihte olmuş bitmiş ve bir daha olmayacak şey değil...

Müslümanlar, Kur’an’a, Peygamberin ve O’nun temiz sahabelerinin yoluna uymadıkları, kendi akıllarına göre bir din uydurdukları sürece fırkalaşma olacak, dinde bölünmeler durmayacaktır. Hadislerin böyle gelmesi bir uyarıdır ve ümmet; "siz böyle yapmayın" manasında bir ihtardır.

Kurtulacak grup (fırka-i nâciye) hangisidir?

İslâm tarihinde ortaya çıkmış hiç bir fırka kendisinin yanlış, bâtıl ve bid’atçi olduğunu söylememiş; aksine hemen hepsi de asıl doğru yolda olanların, yani fırka-i naciye’nin kendileri olduğunu iddia etmiştir. Kur’an bu iddia sahiplerine şöyle cevap veriyor:

مِنَ الَّذِينَ فَرَّقُوا دِينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعاً كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ {32}

“(Onlar ki) Kendi dinlerini fırkalara ayıran ve kendileri de parça parça olanlardır; her iki grup kendi elindekiyle övünüp- sevinç duymaktadır.” (Rûm 30/32)

Bu tefrika, grubunu ideoloji haline getirme, cemaatçilik, mezhepçilik, tarikatçılık, particilik, kavmiyetçilik, kültür ırkçılığı yapılmasıdır.

Halbuki mezhepli olmak mümkün, mezhepçilik zararlı, bir cemaate mensup olmak mümkün cemaatçı olmak zararlı. Bir kimsenin veya bir grubun kendi kendine övünmesinin bir anlamı yoktur.

Kim kendisi için kurtuluş bileti kesebilir ki?

Kim anladığı, kanaat ettiği, ortaya koyduğu şeylerin doğru olduğunu garanti verebilir ki?

Yapılan amellerin Allah’ın rızasına tam uygun olduğunu ve kabul edildiğini kim ileri sürebilir?

Kimin bu gibi konularda elinde senet vardır?

Allah’ın insanlar için seçip gönderdiği Din ortadadır. Onu anlamanın, onu yaşamanın yolu ve şekli Hz. Muhammed’in Sünnetinde mevcuttur. İnsana düşen elinden geldiği kadar kulluk görevini samimiyetle yapması ve Allah’tan ümit kesmemesidir.

Buna göre, İslâm’ı Kur’an’da anlatıldığı, Peygamberimizin öğrettiği gibi, sahabelerin ve onları izleyen ilk nesillerin uyguladığı gibi anlayıp yaşayanlar, İslâmı kendine değil de fikrini, davranışlarını, ahlâkını, düzenini, dünya görüşü ona uygun hâle getirmeye çalışanlar fırka-i nâciyedir.

İslâma, Allah’ın istediği ve Peygamberin gösterdiği gibi teslim olup, onu hayatlarına uyguluyanlar, adları ne olursa olsun; onlar, fırka-i nâciyedendir.

İslâma, Allah’ın istediği ve Peygamberin gösterdiği gibi teslim olup, onu hayatlarına uygulayanlar, adları ne olursa olsun; onlar, fırka-i nâciyedir.

İslâmı Allah’ı razı edecek şekilde yaşayan herkes, umulur ki fırka-i nâciyedendir.

Buna göre, İslâm’ı Kur’an’da anlatıldığı, Peygamberimizin öğrettiği gibi, sahabelerin ve onları izleyen ilk nesillerin uyguladığı gibi anlayıp yaşayanlar, İslâmı kendine değil de akidesini, fikrini, davranışlarını, ahlâkını, düzenini, dünya görüşünü, değer yargılarını ona uygun hâle getirmeye çalışanlar adları ne olursa olsun fırka-i nâciyedir.

Hiç bir grup, fırka, cemaat veya mezhep mensubu kendisini kurtulmuş, seçkin saymamalı. Zira ‘fırka-i nâciye’ tarihte ve günümüzde bir grubun/cemaatin ismi olmaktan; çok bir tavrın, bir anlayışın, sahih bir zihniyetin takipçilerinin, muvahhid müslümanların sıfatı ve ümididir.

 

-Sonuç

İslâm bize özelde müslümanların, genelde insanların “bir tarağın dişleri gibi eş ve değerli olmayı” öğretti. A

ncak eskiden kalma asabiyyenin ve modernizmin buna aykırı farklı insan, değer, üstünlük, fazilet ve seçkinlik ölçülari var.

Malcolm X demiş ki; “Biz Amerika’ya getirilmeden önce zenci değildik, herkes gibi insandık, bize zenci olduğumuz burada öğretildi.”

Veda hutbesi bu konuda en güzel ölçüyü haber veriyor: İbn Ömer'den nakledildiğine göre, Rasûlüllah (sav), Mekke'nin fethi günü insanlara bir hutbe vererek şöyle buyurmuştur:

"Ey İnsanlar! Allah sizden câhiliye gururunu ve atalarla övünme adetini gidermiştir. İnsanlar iki gruptur: İyi, takva sahibi, Allah katında değerli kişi ve günahkâr, bedbaht, Allah katında değersiz kişi. İnsanlar Âdem'in çocuklarıdır. Ve Allah Âdem'i topraktan yaratmıştır. Sonra Hucurât 48/13. âyetini okudu." (Tirmizî, Tefsir/49 no: 3270 garip kaydıyla)

Bir benzerini Ebu Hüreyre nakletti: Allah Rasûlü (sav) şöyle buyurdu: “Aziz ve Celil olan Allah sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mümin olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise şakîdir/isyankârdır. Siz, Âdem'in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bazı adamlar, kavimleriyle övünmeyi terketsinler. Çünkü onlar Cehennemin kömüründen bir kömürdürler, yahut onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” (Ebû Dâvûd, Edeb/110-111 no: 5116. Tirmizî, Menâkıb/74 no: 3900 hasen garip kaydıyla)

Iyad b. Hımar’dan: Rasûlullah bir gün bize hitab etmek üzere kalktı ve şöyle buyurdu: “Allah bana, sizin birbirinize tevazu göstermenizi vahyetti. Öyle ki sizden hiç kimse hiç birinize karşı övünmeyecek ve zulmetmeycektir.” (Müslim, Cennet/79 no: 286)

Ebu’d-Derda Medâin valisi olunca Selman-ı Fârisî’ yazdığı bir mektupta şöyle demiş: “Allah sizden sonra beni mal ve evlat ile rızıklandırdı. Ayrıca mukaddes beldede ikamet etmeyi lutfetti.” Selman bu mektuba yazdığı cevapta şöyle demiş: “Mektubunuzda mal ve evlatla rızıklandığınızı yazmışsınız. Unutmayın ki hayır ve fazilet, mal ve evlat çokluğunda değildir.

Mukaddes beldede bulunduğunuzu söylüyorsunuz. Mukaddes belde orada yaşayanları kutsal hâle getirmez. Asıl şeref ve yücelik, Allah’ı görür gibi ibadet etmek, yani ihsan şuuruna ermektir.” (TDV İslâm Ansiklopedisi, 36/441)

“Ey insanlar! Dikkat edin, sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir (Âdem’dir). Dikkat edin, hiç bir Arabın, hiç bir yabancı üzerine, hiç bir yabancının Arab üzerine, siyahın kırmızı (renkli) üzerine, kırmızının siyah üzerine üstünlüğü yoktur. Fazilet ve üstünlük ancak takva iledir.” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 309)

Allah (c.c.) insanları bir ana-babadan yaratmıştır. İnsanların farklı yaratılmalarının sebebi tanışmaları, bilinmeleri kolay olsun diyedir. Dil, renk, bölge, kavim, grup bir insan için üstünlük sebebi değildir. Üstünlük takvadadır. Onu da Allah bilir.

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ

“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” (Hucurât 49//13)

Öbür tarafa şaşaalı isimlerle, ünvanlarla, övünmelerle, parlak cenaze törenleriyle, zenginlikle gitmek orada hiç bir fayda vermez. Ancak İslam üzere yaşayıp imanla ölmek orada fayda verecek...

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍۜ

“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur). ” (Şu’arâ 26/88)

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِه۪ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“Ey inananlar, Allah'tan, O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün. Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı tutunun ve birbirinizden kopmayın.” (Âli Imran 3/102)

Rasûlullah (sav) iyiler ve kötülerin ayrımını ne güzel yapmış.

“Hanginizin iyi, hanginizin kötü insan olduğunu size haber vereyim mi?” diye sordu ve ardından şöyle buyurdu: “İyi olanınız, kendisinden herkesin hayır umduğu ve şerrinden emin olduğu kimsedir. Kötü olanınız ise kendisinden hiç kimsenin hayır ummadığı ve şerrinden emin olmadığı kimsedir.” (Tirmizî, Fiten/76 no 2263 (Hasen sahih kaydıyla). Ahmed b. Hanbel, 2/268)

Sübhâneke’llahümme ve bi-hamdike. Eşhedü en lâ ilâhe illallahu, estağfirullah ve etûbu ileyke...