Sözlükte fırka ve türevleri, İslam tarihinde fırka gerçeği, naciye kelimesi ve fırka-i naciye, kurtulması ümit edilenlerin özellikleri hakkında bir online ders.

Hüseyin K. Ece

27.11.2023 –

16 Cemâziye’l-evvel 1445

Zaandam

 

5.FIRKA-İ NÂCİYE (KURTULAN GRUP)

Müslümanlar arasında bazıları da kurtulacak gruptan (fırka-i nâciye’den) olduklarını iddia ederler, ya da hayâl ederler.

Öyleyse iki kelimeden oluşa fırka-i nâciye nedir?

-Sözlükte fırka

‘Fırka’ kelimesi; ayırmak, bölmek, açıklayıp hükme bağlamak anlamına gelen ‘fark’ kökünden türemiştir.

‘Fırka’, sözlükte, bir grup insan, diğerlerinden ayrılan kendi başına bir cemaat demektir.

Kavram olarak ‘fırka’, İslâm tarihinde kendilerine mahsus siyasi ve itikadî görüşleri bulunan gruplara ve akımlara verilen bir isimdir. Mezhepler tarihinde daha çok itikadî mezhepler ve siyasî akımlar için kullanılmıştır.

‘Fark’ kökünden türeyen; fark, firak, tefrik, tefrika, furkan, fâruk gibi kelimeler de var.

‘Fırka’ kelimesi ve türevleri hadislerde de dinde ve sosyal plânda bölünmeyi, parçalanmayı kötülemek üzere kullanılmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar Türkçe’de fırka parti anlamında kullanılmaktaydı.

İslâm tarihinde amelde, itikat ve siyaset sahasında ortaya çıkmış düşünce okullarına, gruplara genelde mezheb adı verilmektedir.

‘fırka’; bazen mezheb yerine kullanılan bir terimdir.

‘Fırka’nın çoğulu ‘firak’tır.

İslâmdaki itikadî mezhebler konusunda yazılmış eserlerde de ‘fırka’ bu manada geçer. Bunlardan birinin adı “el-Fark Beyne’l-Firâk-Fırkalar Arasındaki Farklar” şeklindedir. (Abdulkahir el-Bağdadî’ye (öl. 429/1037) ait bu eser Türkçeye tercüme edilmiştir. (İst. 1979)

-Necat-nâciye

Bunların kökü ‘necâ’ fiili bir şeyden kurtulmak (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab 14/204), bir şeyden ayrılmak demektir.

Buradan hareketle bir şeyden veya ölümden kurtulma hakkında kulanılmaya başlanmış. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât s: 736)

Bu ayrılmada olumlu bir taraf vardır ki o da olumsuz bir durumdan veya şeyden uzaklaşma, kurtulma şeklindedir.

Bunun if’al (geçişli) kalıbı ‘incâ’; yüksek yere çıkmak, (tehlikeden) kurtarmak, bir şeyi açmak demektir.  (el-Isfehânî, R. el-Müfredât s: 736)

Tef’îl (geçişli) kalıbı ‘neccâ’; yüksek yerde bırakmak, ıssız yerde terketmek, kurtulmak, Allah’ın birini kurtarması anlamlarına gelir. (Kur’an’da en fazla bu iki kalıp kullanılıyor.)   

‘Necat veya necvet’; yüksekliğiyle çevresinden ayrılan tepe demektir. Kişiyi olabilecek selden kurtardığı için böyle adlandırılmış. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât s: 736)

‘Necat’ kavramı Kur’an’da 67 yerde fiil, diğerleri isim ve masdar olmak üzere 86 yerde geçmektedir.

Kur’an necat kavramını, daha çok dünyadaki kötü durumlardan kurtarma şeklinde sözlük anlamıyla kullanıyor. Fiil hâlinde kullanımların çoğunda geçmiş zaman kipi kullanılıyor ve kurtarma işi Allah’a nisbet ediliyor.

‘âhiretteki kurtuluş’ diyebileceğimiz terim anlamıyla bir kaç yerde kullanıyor. (Bkz: Saf 61/10-11. Yûnus 10/103. Zümer 39/60-61)

‘Necâ’ fiilinin fâil (özne) ismi ‘nâci’ (müennesi-dişil formu; nâciye) kurtulan, necat bulan, firar eden demektir. Kur’an’da bir yerde geçmektedir.

“Yûsuf, onlardan kurtulacağını (nâci) düşündüğü kişiye, “Efendinin yanında beni an”, dedi. Fakat şeytan onu efendisine hatırlatmayı unutturdu da bu yüzden o, birkaç yıl daha zindanda kaldı.” (Yûsuf 12/42)

-Fırka-i nâciye

‘Fırka-i nâciye’, kurtulan fırka, umduğuna kavuşan, Cehennem azabından uzaklaşan grup demektir.

Kavram olarak, Kur’an ve Sünnet’in hükümlerini kabul ederek, Peygamberimizin ve sahâbelerinin yolunu izleyen kimseler hakkında kullanılmıştır.

-Hadislerde fırka-i nâciye

Bu niteleme bir kaç hadiste geçmektedir.

Allah Rasûlü (sav): "İsrailoğullarının başına gelen şey, ümmetimin de başına gelecektir. İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ay­rıldı; ümmetim de onlardan bir fazlasıyla yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır ve biri dışında diğerleri Cehenneme gidecektir. Dediler ki: “Ey Allah'ın Rasûlü, ateşten kurtulacak bu fırka hangisidir?” “O, benim ve ashabımın üzerinde bu­lunduğu şeydir" buyurdu. (Tirmizî, İman/18 no: 2640 (hasen-garip kaydıyla). İbni Mâce, Fiten/17 no: 3993)

“Yahudiler yetmişbir veya yetmişiki fırkaya ayrıldılar. Hırıstiyanlar da yetmişbir veya yetmişiki fırkaya/gruba ayrıldılar. Benim ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılacaktır.” (Ebû Dâvûd, Sünnet/1 no: 4596)

“Şüphesiz İsrailoğulları yetmişbir fırkaya bölündüler. Bunların yetmiş fırkası helâk oldu, birisi kurtuldu. Muhakkak benim ümmetim de yetmişiki fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yetmişbiri helâk olacak birisi de kurtulacak. Dediler ki; “Ey Allahın Rasûlü! Bu kurtulacak olan fırka hangisidir?”  Rasulüllah (sav); “Cemaattir, cemaattir” dedi.” (Ahmed b. Hanbel, 3/145. nak. İ. Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, s: 26)

Bazı rivâyetlerde fırka sayısı farklılık göstermektedir. Bazılarında hırıstiyanların adı geçmemekte, bazılarında ise İslâm ümmetinin yetmişiki veya yetmişüç fırkaya ayrılacakları söyleniyor.

Bazı rivâyetlerde kurtulacak fırkanın, Peygamberin ve sahabelerinin bulundukları yol üzerinde olanlar veya cemaat deniliyor. (İbni Mâce, Fiten/17 no: 3991, 3992, 3994, 3995.  Darimí, Siyer/75 no: 2521. Tirmizí, İman/18 no: 2640. Ebû Dâvûd, Sünnet/ no: 4597. 

Bir kaç kanaldan gelen hadislerdeki rakamlar veya fırkalara ayrılacak kesimler bazısında yer alıp bazısında yer almasa bile, rivâyetlerdeki ortak nokta şudur:

İslâm ümmeti de tıpkı önceden gelen kitap ehli gibi çeşitli fırkalara ayrılacak, aralarında ciddi bölünmeler olacak.

Her ne kadar her grup kendisinin doğru yolda olduğunu iddia etse bile, bir fırka dışında diğerleri kurtulamayacak...

Hadislerde geçen rakamlar gerçek sayılar olmayıp mecazi anlatımdır. Nitekim Kur’an; ‘ağaçlar kalem olsa, mevcut denizlerin yanında yedi deniz daha gelse; yine de Allah’ın kelimelerinin yazılamayacağını (Lukman 31/27),

Allah yolunda mallarını harcayanların durumunun yedi başakta yüz tane bitiren tohuma benzediğini (Bekara 2/261) söylemektedir. Bütün bunlar mecazi anlatımlardır.

-Fırka-i nâciye (kurtulan grup) hangisidir?

Bu hadislerin haber verdiği gerçek şu:

İslâm ümmeti de çeşitli sebeplerden dolayı tıpkı öncekiler gibi bir çok fırkaya ayrılacaklar. Bunların bir tanesi hariç diğerleri tehlikededir.

Peygamberimizin bu şekilde buyurması elbette bir uyarıdır ve İslâm ümmetine “siz böyle yapmayın” manasında bir ihtardır. Tefrikanın, dinde fırka fırka olmanın tehlikelerini haber vermedir. Yoksa önceden yazılmış bir alınyazısı değildir. 

Bazı mezhep tarihçileri İslâm tarihinde ortaya çıkmış ve bid’atçi diye nitelenen fırkaları ve kollarını sayarak yetmişüç rakamını doldurmaya çalışmışlardır. Halbuki buradaki rakam gerçek rakam olmadığı gibi, İslâm tarihinde ortaya çıkmış fırkaların ve onların kollarının sayısı o kadar çok ki, bu rakamı fazlasıyla aşarlar.

Kaldı ki fırka fırka olmak hastalığı tarihte olmuş bitmiş ve bir daha olmayacak şey değil ki...

Müslümanlar, Kur’an’a, Peygamberin ve onun seçkin sahabelerinin yoluna uymadıkları, kendine göre bir din algısı oluşturdukları, kendileri Dine uymayı bırakıp Dini kendilerine uydurdukları, gayr-i müslimleri taklit ettikleri sürece fırkalaşma olacak, dinde bölünmeler durmayacaktır.

İslâm tarihinde ortaya çıkmış hiç bir fırka kendisinin yanlış, bâtıl ve bid’atçi olduğunu söylememiş; aksine hemen hepsi de asıl doğru yolda olanların, yani fırka-i nâciye’nin kendileri olduğunu iddia etmiştir.

Kur’an bu iddia sahiplerine şöyle cevap veriyor:

مِنَ الَّذ۪ينَ فَرَّقُوا د۪ينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًاۜ كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ

 “(Onlar ki) Kendi dinlerini fırkalara ayıran ve kendileri de parça parça olanlardır; her iki grup kendi elindekiyle övünüp- sevinç duymaktadır.” (Rûm 30/32)

Bir kimsenin veya bir fırkanın kendi kendine övünmesinin bir anlamı yoktur.

Allah’ın insanlar için seçip gönderdiği Din ortadadır. Onu anlamanın, onu yaşamanın yolu ve şekli Hz. Muhammed’in Sünnetinde mevcuttur. İnsana düşen elinden geldiği kadar kulluk görevini samimiyetle yapması ve Allah’tan ümit kesmemesidir.

Buna göre, İslâm’ı Kur’an’da anlatıldığı, Peygamberimizin öğrettiği gibi, sahabelerin ve onları izleyen ilk nesillerin uyguladığı gibi anlayıp yaşayanlar, İslâmı kendine değil de fikrini, davranışlarını, ahlâkını, düzenini, dünya görüşü ona uygun hâle getirmeye çalışanlar fırka-i nâciyedir.

İslâm’ı Kur’an’da anlatıldığı, Peygamberimizin tebliğ ettiği ve yaşadığı, sahabelerin ve doğru yolda olan selefin (sahabeyi izleyen ilk nesillerin) uyguladığı gibi anlayıp-yaşayanlar, İslâma, Allah’ın istediği ve Peygamberin gösterdiği gibi teslim olup, onu hayatlarına uyguluyanlar, adları ne olursa olsun; onlar, fırka-i nâciyedendir.

İslâma inanmanın, yani müslüman olmanın şartları vardır. İslâm, bir ırkın veya bir bölgenin geleneği, âdeti değildir. O Allah’ın dinidir. Kim ona inanırsa müslüman olur.

Müslüman olan kimse de o dinin bütün ilkelerini benimser, yasaklarına uymaya, emirlerini yerine getirmeye çalışır. Hayatının her anında, her işinde, kendisiyle ve toplumla ilgili her meselede onun görüşüne baş vurur. Bütün bir hayatını İslâma teslim eder. Müslim olmanın anlamı budur.

فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ ف۪يمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْۙ ثُمَّ لَا يَجِدُوا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْل۪يمًا

 “Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisâ 4/65)

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ

“De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âli İmran 3/31)  

وَمَنْ يُسْلِمْ وَجْهَهُٓ اِلَى اللّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۜ وَاِلَى اللّٰهِ عَاقِبَةُ الْاُمُورِ

“Her kim kendini iyiliğe adamış olarak özünü Allah’a teslim ederse sağlam kulpa yapışmış demektir. İşlerin sonu Allah’a varır.” (Lukman 31/22)

Bir hadiste ‘fırka-i nâciye’nin cemaat olduğu söyleniyor. Cemaat; aynı ideal ve inanç etrafında bir araya gelen şuurlu, ne yaptığını, niçin bir araya geldiğini bilen, önünde imamları (önderleri) bulunan ümmet topluluğudur. Kur’an ve Sünnet’in çizdiği çizgide vahdet olan mü’minler cemaattırlar.

Bu cemaat hem Kur’an ehlidir, hem Sünnet ehlidir. Çünkü onlar Kur’an’a ve Sünnet’e uyan mü’minlerdir.

Müslümanların ırkı, bölgesi, mezhebi, meşrebi, tarikatı, partisi, içinde yaşadığı sosyal düzen veya siyasî sistem ne olursa olsun; eğer Kur’an ve Sünnet’in idealleri ve hedefleri doğrultusunda fikir birliği yapıyorlarsa, onlar cemaat olmuşlardır ve fırka-i nâciye’den olmaya adaydırlar.

İslâmın bir kısmını alıp bir kısmını terkedenler, onun sırtından geçinenler,  ona inandığını iddia ettiği hâlde, hayata dair hükümleri başka kaynaktan alanlar; kurtulmuş fırka, kurtulmuş kimse olamazlar.

Herkes kendi görüşünü, kendi grubunu, kendi partisini, kendi mezhebini, içinde yaşadığı -İslâma uymasa da- siyasî sistemi din haline getirir, başka müslümanları hasım bilirse; nasıl fırka-i nâciye olabilir?

Ayrı ülkelerde yaşamak, ayrı fikirlere sahip olmak, amelde farklı mezheblere uymak, farklı insanlarla/gruplarla çalışmak, hayırlı işler için cemaat oluşturmak mümkündür.

Ama, içinde bulunulan yapıyı dinin önüne, ya da din hâline getirmemek şartıyla...

Mü’minler, bütün dünyada birbirlerinin kardeşidir. Kur’an’a ve Sünnet’e sarılarak bir cemaat olurlar ve İslâmı yaşamaya çalışırlar.

Hiç bir grup, fırka, tarikat, cemaat veya mezhep mensubu kendisini kurtulmuş, seçkin saymamalı... Hiç kimse kendisi için kurtuluş bileti kesemez. İnandığı, anladığı, kanaat ettiği şeylerin doğru olduğunu kim garanti edebilir?

Bu inanç doğrultusunda yapılan amellerin makbul ve Allah’ın rızasına tam uygun olduğunu kim ileri sürebilir?

Kimin bu gibi konularda elinde senet vardır?

Öyleyse ‘fırka-i nâciye’; tarihte ve günümüzde bir grubun/cemaatin ismi olmaktan çok, bir tavrın, bir anlayışın, sahih bir din anlayışıne sahip olanların, muvahhid müslümanların sıfatı ve ümididir.

İslâm’ı, Allah’ı razı edecek şekilde yaşayan herkes, umulur ki fırka-i naciyedendir.

-İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır

İslâm bize özelde müslümanların, genelde insanların “bir tarağın dişleri gibi eş ve değerli olmayı” öğretti. 

Ancak eskiden kalma asabiyyenin ve modernizmin buna aykırı farklı insan, değer, üstünlük, fazilet ve seçkinlik ölçülari var.

Malcolm X demiş ki; “Biz Amerika’ya getirilmeden önce zenci değildik, herkes gibi insandık, bize zenci olduğumuz burada öğretildi.” 

Veda hutbesi bu konuda en güzel ölçüyü haber veriyor:

Abdullah ibn Ömer'den nakledildiğine göre, Rasûlüllah (sav), Mekke'nin fethi günü insanlara bir hutbe vererek şöyle buyurmuştur:

"Ey İnsanlar! Allah sizden câhiliye gururunu ve atalarla övünme âdetini gidermiştir. İnsanlar iki gruptur: İyi, takva sahibi, Allah katında değerli kişi ve günahkâr, bedbaht, Allah katında değersiz kişi... İnsanlar Âdem'in çocuklarıdır. Ve Allah Âdem'i topraktan yaratmıştır. Sonra Hucurât 48/13. âyetini okudu." (Tirmizî, Tefsir/49 no: 3270 garip kaydıyla)

Bir benzerini Ebu Hüreyre nakletti: Allah Rasûlü (sav) şöyle buyurdu:

“Aziz ve Celil olan Allah sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mümin olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise şakîdir/isyankârdır. Siz, Âdem'in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bazı adamlar, kavimleriyle övünmeyi terketsinler. Çünkü onlar Cehennemin kömüründen bir kömürdürler, yahut onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” (Ebû Dâvûd, Edeb/110-111 no: 5116. Tirmizî, Menâkıb/74 no: 3900 hasen garip kaydıyla)

Iyad b. Hımar’dan: Rasûlullah bir gün bize hitab etmek üzere kalktı ve şöyle buyurdu: “Allah bana, sizin birbirinize tevazu göstermenizi vahyetti. Öyle ki sizden hiç kimse hiç birinize karşı övünmeyecek ve zulmetmeycektir.” (Müslim, Cennet/79 no: 286)

Ebu’d-Derda Medâin valisi olunca Selman-ı Fârisî’ye yazdığı mektupta şöyle demiş: “Allah sizden sonra beni mal ve evlat ile rızıklandırdı. Ayrıca mukaddes beldede ikâmet etmeyi lutfetti.”

Selman bu mektuba yazdığı cevapta şöyle demiş:

“Mektubunuzda mal ve evlatla rızıklandığınızı yazmışsınız. Unutmayın ki hayır ve fazilet, mal ve evlat çokluğunda değildir. Mukaddes beldede bulunduğunuzu söylüyorsunuz. Mukaddes belde orada yaşayanları kutsal hâle getirmez. Asıl şeref ve yücelik, Allah’ı görür gibi ibadet etmek, yani ihsan şuuruna ermektir.” (TDV İslâm Ansiklopedisi, 36/441)

“Ey insanlar! Dikkat edin, sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir (Âdem’dir). Dikkat edin, hiç bir Arabın, hiç bir yabancı üzerine, hiç bir yabancının Arab üzerine, siyahın kırmızı (renkli) üzerine, kırmızının siyah üzerine üstünlüğü yoktur. Fazilet ve üstünlük ancak takva iledir.” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 309)

İnsanların farklı  yaratılmalarının sebebi şu ayette: 

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ

Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır. (Hucurât 49//13) Kimin takvalı olduğunu da Allah bilir.

-Sonuç

Öbür tarafa şaşaalı isimlerle, ünvanlarla, övünmelerle, parlak cenaze törenleriyle, zenginlikle gitmek orada hiç bir fayda vermez. Ancak İslâm üzere yaşayıp imanla ölmek orada fayda verecek...

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍۜ

“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur). ” (Şu’arâ 26/88)

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِه۪ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

 “Ey inananlar, Allah'tan, O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün. Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı tutunun ve birbirinizden kopmayın.” (Âli Imran 3/102)

Kur’an bir başka kurtuluş yolu daha gösteriyor:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰى تِجَارَةٍ تُنْج۪يكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَل۪يمٍ

تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَتُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَۙ

 “Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak (tüncîkum-sizi necat ettirecek) ticareti size göstereyim mi?

Allah'a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda yoğun çaba gösterirsiniz (cihad edersiniz). Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır. (Saf 61/10-11)

 Bir insan için nihâi ve arzulanan kurtuluş (necat-fevz-felâh) samimi iman ve bu imana uygun davranışla mümkündür.