İnsanların öteden beri istediği şeylerden biri de mutluluk... Her birimizin kendi içinde, evinde ve çevresinde aradığı huzur...

Beden ve ruh, akıl ve duygu, yürek ve zihin dengesi... 

Mutlu, huzurlu, hoş ve tatlı bir hayat...

İyi de bu istenilen şey, yani mutluluk nedir? İnsanlar neye mutluluk, huzur diyorlar? 

Tarihten beri herkes mutluluğu kendine göre tanımlamış... Zira herkesin bakış açısı, zevki, beklentisi, sevdiği, hedefi, hayâllari diğerlerinden farklıdır. Bundan dolayı da mutluluk anlayışı da farklı olur. Birini mutlu eden şey başkasını mutlu etmeyebilir. Birisinin huzur dediği şeye bir başkası sıkıcı diyebilir.

Mutluluk, belki de tanıma ihtiyacı olmayan, sadece tadılan, hissedilen, insanın iç âleminde çok özel bir yeri olan iç huzurdur.

“Arı bal yapar ama balı tarif edemez.” Mutluluk da bunun gibi bir şey mi? Kişi kendi eliyle bal tadında işler yapar, huzur duyar ama anlatamaz... Ya da kendi eliyle deli bal yapar, ya da hiç bal yapmaz ama sebebini açıklayamaz...

Birisi dese ki; “kardeşim mutluluk dedikleri şey, bir hayâldir ya da bir seraptır... Varılması mümkün olmayan bir ufuktur... Sen onu yakalamak için koştukça o habire kaçan gökkuşağıdır, ya da gölgedir...

Mutluluk denilen duygu, fenomen felsefeye, sanata ve edebiyata, şiirlere, sohbetlere, araştırmalara konu olmuş tatlı bir hülyadır... Romanların, filimlerin, görsel sanatların anlatmaya çalıştığı bir hevestir...” Ona hak verilir mi?

Yoksa, “dur kardeşim, mutluluk diye bir şey, bir gerçek var insan hayatında. Her ne kadar tanımı olmasa da, her ne kadar herkes kendine göre mutluluk tarifleri yapsa da, her ne kadar üzerinde çok konuşulsa da, var kardeşim, böyle bir şey var” mı denilir?

En iyisi balı kavanozun dışından yalamaya kalkışmamak. Balı tarif edenlerin anlatımından değil, kendi dilimizle tadarak anlamaya çalışmak... 

Mutluluk belki uzaklarda aranan ama yakınlarda saklanan, farklı araçlarla elde edilmeye çalışılan ama kolaylıkla elde edilebilen bir şeydir...

 Hikâye bu ya... Büyüklerden duydum. Çocukluğumun geçtiği köyde olmuş...

“Köyden biri yaylada olan tarlasını sürmek istemiş. Sabah erkenden öküzleri, malzemeleri, azığını almış, sabanın kayışını da kaybolmasın diye boynuna asmış ve yola çıkmış.

Bir saatlik yolculuktan sonra tarlaya varmış. Öküzleri biraz otlasınlar diye serbest bırakmış. Kendisi de kahvaltı yapmış. 

Adam tam vakti deyip taralayı sürmek üzere öküzleri getirmiş. Önce boyunduruğu boyunlarına koymuş, bağlarını bağlamış. Sonra onları sabana yanaştırmış, Kayışı boyundurukla sabana bağlaması gerekiyordu. Bakmış ki saban kayışı yok. Öteye bakmış, beriye bakmış, azık torbasının altına, üstüne, içine bakmış; yok, yok... Eyvah demiş, galiba evde unuttum. Eh, kayış olmasa boyunduruğu sabana bağlamak mümkün değil. Bu olmayınca da çift sürülemez. Üzülmüş, hayıflanmış. Ama çare yok. Olan olmuş.

Demiş ki bari tekrar eve döneyim de kayışı alıp geleyim. O zamana kadar öğle de olur ama hiç olmazsa öğleden sonra tarlayı biraz sürerim diye düşünmüş.

Sonra öküzleri otlamaya bırakıp o kadar yolu katederek tekrar eve gelmiş. Onu gören karısı telaşla:

-Bey, hayrola niçin döndün, bir şey mi oldu?

-Hanım kayışı unuttum da onu almaya geldim. Hanımı demiş ki:

-Bey, kayış boynunda ya.

Adam bir de bakar ki kayış boynunda. Sabahleyin giderken kaybolmasın diye boynuna asmış. Sonra da unutmuş. Eyvah demiş, gaflet olur da ancak bu kadar olur. Biz kayışı uzaklarda arıyoruz, meğer o bizim yanımızda imiş.”

Birisi şöyle haykırsa haklıdır: “Ey arkadaş, mutluluğu veya huzuru niye uzaklarda, kitaplarda, tv proğramlarında, kurslarda, terapilerde, güya sözümona uzmanların iddialarında, tılsımlı sandığın yazılarda, şekillerde, muskalarda arıyorsun?

Halbu ki o senin yakınında, çok yakınında... Gönül kuşun kendi bahçende... Deryaya inci aramaya gitme... Aradığın inci kendi hazinende saklı... Onu bulmak için niçin kaf dağına gitmeye kalkışıyorsun?”

“Güneşi ceketimizin astarında kaybettik” diyenler de doğru söylüyorlar. Başkalarının ufuklarında güneş arayanlar, bir de ceplerine baksınlar... 

Kendi evindeki karın doyuracak yiyeceği küçümseyenler, başkalarının evinde ballı börek yendiğini hayâl ederler.

Başkasında olanlara gıpta ile bakanlar, kendi sahip olduklarının değerini anlamakta geç kalırlar.

Başkalarının tatlı rüya gördüğünü zannederler, kendi rüyalarına kâbus derler.

Başkasının çektiğini bilmeyen, eline batan iğnenin/dikenin verdiği acıya feryat eder.

Açlıkla imtihan edilmeyen, sofrasında bir şey eksik olsa bunu felaket sayar.

 *

Her ne kadar öteden beri tartışma konusu olsa da bir mutluluk fenomeni, gerçeği var. Ama belli bir kalıbı, belli bir tarifi yoktur. Çünkü o izafidir (görecelidir). Kişiden kişiye, zamandan zamana, toplumdan topluma değişebilir.

drs. Hüseyin K. Ece

17.04.2022

Zaandam