-Gurbette Ölmek ve Gurbette Gömülmek-
-Gurbet nedir
«İnsanın doğup büyüdüğü, aile ocağının bulunduğu yerden uzak yer. Gariplik, yabancılık. Yabancı memleket, yer. Yâd el.
Amaca ulaşmak için vatandan ayrılmak. Asıl âleme göre geçici bir durak olan dünya, geçici hayat” (Doğan, M. D. Büyük Türkçe Sözlük, s: 610)
Bazılarına göre iki türlü gurbet vardır. Biri cismânî, biri manevî.
Birincisi: Cismânî gurbet; bir kişinin memleketinden uzak kalmasıdır. Kimileri bu gurbeti önemserler ve bunu da hadis olarak rivâyet edilen şu söze dayandırılar: İbni Abbas’tan; “Gurbette iken ölen şehiddir”. (İbni Mâce, Cenâʾiz/61 no: 1613)
İkincisi: Manevî gurbet; bir toplumdaki yaşama biçimi, hayat anlayışı İslâma uygun değilse, zor şartlar altında bir hayat sürdürülüyorsa,
bir âlim, düşünür bulunduğu yerde yalnızsa, anlaşılmıyorsa, dışlanıyorsa buna da manevî gurbet denilebilir.
Mekke döneminde mü’minler tıpkı bunun gibi kendi evlerinde gurbeti yaşamışlardı. Peygamber (sav) böyle gurbetçileri methediyor:
“İslâm garip olarak başladı, ileride yine garip olacaktır, ne mutlu o gariplere!” (Müslim, Îmân/65 (232) no: 372. Tirmizî, Îmân/13 no: 2629)
Abdullah ibni Ömer (ra) şöyle anlatıyor: Resûlüllah (sav) omuzumu tutarak buyurdu ki: “Dünyada tıpkı bir garip, hatta bir yolcu gibi davran!”
İbni Ömer (ra) şöyle derdi: Akşamı ettiğinde, sabahı bekleme! Sabaha çıktığında akşamı bekleme! Sağlıklı günlerinde, hastalanacağın vakit için; hayatın boyunca da öleceğin zaman için tedbir al! (Buhârî, Rikak/3 no: 6416) kimileri bu hadisten hareketle, İslâmdan uzak yaşayan kimselerin kimselerin arasında yaşayan takva sahibi mü’minleri de garip saymışlar.
Ebü’l-Hasan es-Subeyhî, “Garip, vatanında iken ondan uzak olan kişidir”, ya da “Garip, kendi meşrebinde olmayanlar arasında yalnız kalan kişidir” (Lâmiî, s. 213) derken bu tür garipliği anlatmak istemiştir. (Uludağ, S. TDV İslâm Ansiklopedisi, 14/201)
Birinci anlama göre Avrupa ülkelerine yerleşen müslümanlar gurbetçi, burası da onlar için gurbet değil. Onlar müslüman göçmenlerdir. Gurbet dediğin bir kaç ay, bilemedin bir kaç sene olabilir. Altmış yıllık gurbet mi olur?
Türkiyedekilerin, Türkiye’den gelenlerin bize “gurbetçi”,
yaz tatillerinde “gurbetçiler yola düştü”,
buralara “gurbet” denilmesi ciddi bir yanılgı, sosyolojik bir hatadır. Yerleşmenin, yerli olmanın, kendi ayakları üzerinde durmanın, kültür, bilim ve teknoloji üretmenin önünde ciddi bir psikolojik engeldir. Sürekli göçebe olanlar, sürekli gurbette olanlar bu dediklerimizi yapamazlar.
İslâmı yaşamayanlar, kendini anlayamayanlar arasında kalma açısında gariplik olabilir.
Bize gurbetçi diyenlerin bu anlamı kasdetmedikleri açıktır.
Türkçe’de gurbet hakkında sayısız şiir yazılmış. İşte onlardan bir kaç tane.
GURBET
“Bekçisiyim, bu serin
Bu siyah gecelerin
Gurbetten daha derin
Bir yara yok içimde!
Ne aşkım, ne emelim
Soluk bir karanfilim
Ben gurbette değilim
Gurbet benim içimde!” K. Kamu
GURBET
Dağda dolaşırken yakma kandili,
Fersiz gözlerimi dağlama gurbet!
Ne söylemez, akan suların dili,
Sessizlik içinde çağlama gurbet!
Titrek parmağınla tutup tığını,
Alnıma işleme kırışığını
Duvarda, emerek mum ışığını,
Bir veremli rengi bağlama gurbet!
Gül büyütenlere mahsus hevesle,
Renk renk dertlerimi gözümde besle!
Yalnız, annem gibi, o ılık sesle,
İçimde dövünüp ağlama gurbet! … N F K
-Ölümü hatırlamak
Fâni dünya. Yani eskiyen, devam etmeyen, bitecek, tükenecek dünya. Ama insan bazen bunu unutabilir. Bu yüzden ez-Zikra (hatırlatıcı) Kur’an insanlara ölümü sık sık hatırlatıyor
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَنَبْلُوكُم بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ {35}
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.“ (Enbiyâ 21/35. Bir benzeri: Hadid 57/20. Lukman 31/33. Ankebût 29/57. Âli İmran 3/185)
أَيْنَمَا تَكُونُواْ يُدْرِككُّمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنتُمْ فِي بُرُوجٍ مُّشَيَّدَةٍ ...ً {78}
“Nerede olursanız olun, ölüm gelip sizi bulacaktır, göğe yükselen kulelerde olsanız bile...” (Nisâ 4/78)
Dünya hayatı hakkında Kur’an şu ölümsüz gerçeği de hatırlatıyor.
وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَلَلدَّارُ الآخِرَةُ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ يَتَّقُونَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ {32}
“Bu dünya hayatı, bir oyundan-eğlenceden ve geçici bir zevkten başka bir şey değildir; ama ahiret hayatı Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar için çok daha güzeldir. Öyleyse aklınızı kullanmaz mısınız?” (En´am 6/32. Muhammed 47/36, Ankebût 29/64)
Hem âhiret hayatına hazırlanmak hem de bu dünya hayatını düzene koymak için ölümü unutmamak gerekir. Ölüm mutlak bir gerçek ve günün birinde herkese ulaşacaktır.
Herkes sık sık yanındakilerden birinin öteye gittiğini görür. Sıranın kendisine gelmeyeceüini zannderse, ya da bu apaçaık gerçeği unutursa, gaflete düşer, ikinci hayata hazırlanmayı ihmal eder.
Şüphesiz hayat tatlıdır. Çokları ölümü hatırlayarak ağzının tadını bozmak hoşuna gitmez.
Halbuki İslâm Peygamberi bunun tersini tavsiye ediyor: “Lezzetleri kesen (dünya lezzetlerine karşı hırsı yok eden) ölümü çok hatırlayınız.” (İbni Mâce, Tirmizî, Nesâi’den Riyazü’s-Salihin, no: 580)
Ölümden bahsedilmesinden hoşlanmayanlar mezarlıkları mümkün olduğu kadar gözden ırak yerlere yaparlar. Mezarlıkları hiç ziyaret etmezler. Hatta yanlarına bile yaklaşmazlar. Ziyaret etseler de bu ölümü hatırlamak, ibret almak için değil; sevdiklerini anmak, onların mezarlarını daha süslü yapmak içindir. Ya da ulu saydıkları ölmüşlere saygılarını tazelemek için.
Ancak dipdiri yaşamak isteyenler ölümü hatırlamak zorundadırlar.
Ölümü unutanlar, ölümsüz olamazlar. Bunun iki yönü vardır.
Birincisi: Âhirete yönelik. Ebedi hayatın mutluluğu bu dünyada kazanılır. “Dünya âhiretin tarlasıdır.“ (Hadis olarak rivayet edilen bu söz için Mekâsıd sahibi “İhya’da geçiyor ama kaynağını bulamadım” diyor. A. el-Kârî, mana olarak doğrudur ve “Kim âhiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kazancını isterse, ona da istediğinden veririz, fakat onun ahirette hiçbir payı yoktur” (Şûrâ 42/20) âyetinden alımıştır. Firdevsî de bunu İbni Ömerden senetsiz rivâyet etmiş. Aclûnî¸ Keşfu'l-Hafa 1/471)
Çiftçi zamanında tarlasını ekerse günü gelince ürününü alır. Ekmeyen hasat elde edemez. Âhiret hasatı dünya tarlasını ekmekle mümkün olur.
İkincisi: Dünyaya yönelik. Düzgün bir hayat yaşayanlar, insanlık için faydalı işler yapanlar, güzel çığır açanlar, kalıcı eserler bırakanlar ölümsüzleşir.
İnsanı ölümsüzleştiren işlerden biri de sadaka-i cariye’dir (devam eden sadakadır). Ölümü ve ondan sonrasının sonsuz bir hayat olduğuna inanan mü’min, sevabı devam edecek olan yatırımlara yönelir.
Bu amaç da onun hayatını daha diri ve verimli geçmesine yol açar.
Ölümü hatırlamak istemeyenler, ölümden sonra da yaşamak istemeyenlerdir.
Şairler ölüm gerçeğine şöyle işaret ediyor:
Otuzbeş Yaş
“… Neylersin ölüm herkesin başında
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musalla taşında.”
Yolun Sonu Görünüyor
«Bana ne yazdan bahardan
Bana ne borandan kardan
Aşağıdan yukarıdan
Yolun sonu görünüyor
Geçtim dünya üzerinden
Ömür bir nefes, derinden
Bak feleğin çemberinden
Yolun sonu görünüyor
Azrailin gelir kendi
Ne ağa der ne efendi
Sayılı günler tükendi
Yolun sonu görünüyor
Bu dünyanın direği yok
Merhameti yüreği yok
Kılavuzun gereği yok
Yolun sonu görünüyor » Dursun Ali Akınet
***Ölüme inanıp inanmama
Mesele ölüme gerçekten inanma meselesidir.
Birisi; “Canım, herkes öleceğini bilir” diyebilir. Haklıdır, herkes öleceğini bilir.
Yine de bu herkes dediklerimize sormak lazım: “ Tamam, ölüm var da, sen buna gerçekten, gönülden, ayne’l-yakîn inanıyor musun?”
Bu soruyu aynanın karşısında kendimize de sorabiliriz.
Cevap evetse;
o zaman dünya hayatımıza, ahayat anlayışımıza, yaptıklarımıza, yapmadıklarımıza, âhirete hazır olup olmadığımıza bakmak gerekir. İddia ile pratik arasında uyum var mı?
Ya da ölüme (ahirete) inandığını söyleyenin hayatı böyle mi olmalı?
Her yaptığının hesabını günün birinde vereceğine inanan kötü işler yapar mı? Ölüme inanan ona hazır olmaz mı? Çanta elinde vasıta bekleyen yolcu gibi.
Peygamber (sav) akıllı insanı şöyle tarif ediyor:
İbnu Ömer (ra) anlatıyor: "Resûlüllah (sav) ile birlikte idim. Ensardan bir zat gelerek Peygamber'e selâm verdi. Sonra da: "Ey Allah'ın Resülü! Mü'minlerin hangisi en faziletlidir?" diye sordu. O da: "Huyca en iyisidir!" buyurdular. Adam: "Mü'minlerin hangisi en akıllıdır?" diye sordu. Peygamber (sav): "Ölümü en çok hatırlayandır ve ölümden sonra en iyi hazırlığı yapandır. İşte bunlar en akıllı kimselerdir" buyurdu." (İbni Mâce, Zühd/31 no: 4259. Bir benzeri, Tirmizî, S. Kıyâme/25 no: 2459)
Ölüme inandığını söylediği halde onu hâlâ ciddiye almayanları şair şöyle anlatıyor:
“Minârede "ölü var!" diye bir acı salâ...
Er kişi niyetine saf saf namaz.. Ne alâ!
Böyledir de ölüme kimse inanmaz hâlâ!
Ne tabutu taşıyan, ne de toprağı kazan” (N.F. Kısakürek)
Tarihçiler şöyle anlattılar: “Harun Reşid ömrünün sonuna doğru Bağdat’ta Dicle nehrinin üzerine büyük masraflar ederek güzel bir saray yaptırdı. Nehir sarayın bir tarafından girip diğer tarafından çıkıyordu. Sarayın yanına nehre doğru bakan albenili mükemmel bir bahçe kondurdu.
Sarayın ve bahçenin inşaati bitince açılış için bir seremoni hazırlandı. Halk bölük bölük gelip onun bu muhteşem sarayını tebrik ediyorlardı. Gelenler arasında o zamanın alimlerinden Ebu Atâhiyye de vardı. O Harun Reşid’in önünde durdu ve bir şiirin ilk satırını okudu.
“Bu şahane sarayın gölgesinde dilediğin gibi yaşa…”
Bu söz Harun Reşid’in hoşuna gitti ve dedi ki; „Devam et“. O da ikinci satırı okudu:
“Canın ne istiyorsa o sana sabah akşam rahatlıkla ulaşıyor.”
- Raşid: “Devam et“ dedi. O da şiirden bir beyit daha okudu:
“Ancak nefisler fokurdamaya, göğüsler iç çekerek hırıltı çıkarmaya başlarsa, o zaman kesinlikle anlarsın ki sen cidden büyük bir aldanma içindesin.”
- Reşid yine “devam et“ dedi. O da şu âyeti okudu:
كَلَّا إِذَا بَلَغَتْ التَّرَاقِيَ {26} وَقِيلَ مَنْ رَاقٍ {27}
“Ne zaman ki, (son nefes, ölen birinin) boğazına gelip düğümlenir, ve insanlar: "(onu kurtaracak) bir hekim yok mu?" diye sorarlar;” (Kıyâme 75/26-27)
- Reşid üç defa daha peşpeşe “devam et“ deyince Ebu Atâhiyye şiirden aynı beyti yine okudu. Bunun üzerine H. Reşid ağladı ve yere çöküp kaldı. Biraz kendine gelince hemen töreni dağıtti ve eski meskenine geri döndü. Bir ay geçmeden de vefat etti. (A. al-Karnî, el-Misk u ve’l-Anber, sayfa: 83)
Ebu Atâhiyye belki de Harun Reşid’e şöyle demek istemişti.
“Ey sultan bu gösterişli, şahane, muhteşem sarayda yaşamak isteyebilirsin. Kölelerin ve hizmetçilerin sana her gün sabah akşam canının her istediği şeyi getirebilirler.
Fakat can boğaza geldiği zaman, ölüm baygınlığı başlayıp da göğsün hırıltı çıkarmaya başladığı zaman çevrendekiler feryat ederler: “Hani bu adamı tedavi edebilecek bir hekim yok mu? Bu adamın derdine deva yetirecek bir tabip bulunmaz mı?
İşte o zaman gerçeği anlarsın. İşte o zaman haline kendin bile hayret edersin. Ne oluyor diye sorarsın ama heyhat bu işin geri dönüşü yok.“
***Ölümle ilgili bazı meseleler
-Ölüm istenir mi?
Âlimlerin bir çoğuna göre ölümü istemek mekruhtur. Buhârî ve Müslim'in rivâyet ettikleri bir hadis şöyle: "Rasûlüllah (sav) buyurdu ki: “Sizden biri, yakalandığı hastalıktan dolayı ölümü istemesin, Eğer mutlaka isteyecekse şöyle desin:
„Allahım! Yaşamak daha hayırlı ise beni yaşat, ölmek daha hayırlı ise beni vefat ettir." (Allahümme ehyınî mâ kâneti'l hayatü hayrün lî, ve teveffenî mâ kâneti'l vefatü hayren lî.)
Ancak bir kimse, dinine bir zararın uğramasından veya büyük bir fitnenin şerrinden korkarsa o zaman ölümü isteyebilir. Peygamber (sav) şöyle dua etti: "Allahım! Kullarına bir fitne murad edersen, fitneye uğramadan önce benim ruhumu al.“ (Fıkıh Ansiklopedisi (çev.), 3/13)
Buna göre İslâmda intihar etmek (kendi canına kıymak) ve otanazi kesinlikle haramdır.
-Ölmeden önce kefen veya mezar hazırlama:
Buhârî'nin rivâyetine göre, Peygamberimiz (sav) zamanında, ölmeden önce kefen hazırlayanları duyduğu halde bunu yasaklamadı. Bir şey Peygamber tarafından yasaklanmamışsa, bu onun helâl (caiz) olduğunu gösterir.
Bazı âlimlere göre kişinin henüz sağ iken kendisi için mezar hazırlatması da haram değildir. (S. Sâbık, Fıkhü's Sünne, 1/261)
Ahmed ibnu Hanbel, bir kimsenin bir mezar yeri satın alıp ta 'beni buraya gömün' diye vasiyet etmesi caizdir demiştir.
Bu demektir ki, bir müslüman belli bir yere gömülmeyi vasiyyet edebilir, ölmeden önce mezar yeri alabilir. Ama mezarı açtırarak hazır hâle getirmesi herhalde uygun olmaz. Çünkü ne zaman öleceğini bilemez.
Ayrıca bu konuda telaş etmeye gerek yok. Zira cenazeyi defnetmek arkada kalanların görevidir. Mirasçıların, akrabaların, komşuların, siyasi otoritenin.
-Ölmekte olan kişinin yanında Kur’an okumak
Ölmekte olanın durumuna da din dilinde „muhtazar“, ölüm anına da “sekratu’l-mevt/sekerâtu’l-mevt” denir.
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.” (Kāf 56/19)
Muhtazarın üzerine Kur’an okumak/okutmak caiz midir?
Muhtazara Kur'an, özellikle Yâsin Sûresi’nin okunması konusunda âlimler arasında fikir birliği yoktur.
İmam-ı Mâlik, ölü üzerine Kur'an'dan bir parça veya Yâsin okunmasının sonradan uydurulan bir şey (bid'at) olduğunu söylemiş.
Sonradan gelen bir çok âlime göre Yâsin veya Ra'd Sûresini okumak ölümü kolaylaştırır demişler.
Çoğunluğa göre ölmek üzere olan birine Yâsîn okumak caizdir. Bu konuda şöyle bir hadis rivâyet ediliyor:
Ma'kıl ibnu Yesar'dan (ra) rivâyet edilmiştir; Rasûlüllah (sav) şöyle demiştir: "Yâsin, Kur'an’ın kalbidir. Bir kimse onu okuyarak Allah'tan bir şey istese veya âhiret yurdunu taleb etse; o kimse Yâsin ile mağfiret olunur. Onu ölülerinizin üzerine okuyunuz." (Ebu Dâvud, Cenâiz/24 no: 3121. İbnu Mâce, Cenâiz/4 no: 1448 Bu hadisi Ahmed ibnu Hanbel, Nesaî, Hakim gibi hadisçiler de rivâyet ettiler.)
Bu da “ölüp gitmişler üzerinde değil, ölmekte olanlar (muhtazar halinde olanların) üzerine” şeklinde anlaşılmıştır.
Birisini getirtip ölen kişi üzerine para ile Kur'an okutmak ise caiz değildir.
Muhtazara telkîn yapmak ise Peygamberin tavsiyesidir. Muaz b. Cebel diyor ki: Rasûlüllah şöyle buyurdu: “Ölmekte olanlara Tevhid kelimesini telkîn ediniz”. (Ebu Dâvûd, Cenâiz/15 no: 3116)
-Ölümü duyurmak:
Çoğu âlimlere göre ölen bir müslümanın ölümünü duyurmak caizdir.
Buhârî ve Müslim'in rivâyetine göre Hz. Peygamber (sav) Necaşî'nin öldüğü gün, yine Ca'fer b. Ebu Talib, Zeyd b. Harise ve Abdullah b. Revaha (r.anhüm) şehid oluşlarını ashabına duyurmuştu.
Ölüm ilânında üç durum vardır:
-Yakınların, sâlih insanların, arkadaşların ölümünü duyurmak ki, bu sünnettir.
-Gösteriş ve övünmek için kalabalık cemaat toplamaya çalışmak ki bu mekruhtur.
-Matem ve feryadu figanla duyurmak ki bu da haramdır. (Kütüb-ü Sitte (çev.), 15/261)
-Ölüme veya musibetlere sabretmek:
Allah'a ve âhiret gününe inanan bir insan için ne ölüm, ne de diğer felâketler, büyük belâlar değildir. Allah'ın müslüman insana haksız gazabı değildir.
İnsan, âyette geçtiği gibi hangi şeyin hayır hangi şeyin şer olduğunu bilemez. (Bekara 2/216)
Sabredenler, Hak’tan gelen hoştur demesini bilirler.
الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُواْ إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ {156
"Onlar bir belâ (bir imtihan sebebi) eriştiği zaman; 'Biz Allah içiniz ve biz 0'na döneceğiz' derler." (Bekara 2/155-157)
-Ölüye ağlamak
Âlimler, üst baş yırtmaksızın ve yas tutmaksızm ölü üzerine ağlamanın caiz olduğunda icma etmişlerdir. Yakınını kaybeden bir insan üzülür. Bu da sevgi ve merhametin bir uzantısıdır.
"Allah (cc) ağlayan bir göze, hüzünlenen bir kalbe azap etmez. Bilakis bununla ya azap eder ya merhamet eder diyerek dilini işaret etti." (Nak. Fıkhü's-Sünne, 1/259
Esma Bintü Yezid (r.anha) anlatıyor: "Rasûlüllah’ın (sav) oğlu İbrahim öldüğü zaman Rasûlüllah (sav) ağladı. O'na taziye bulunan kimse -bu ya Ebu Bekr ya da Ömer (ra) olabilir- 'Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın hakkına saygıda en hak sahibi sen değil misin? (Buna rağmen ağlıyor musun?) dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav);
“Göz ağlar, kalp hüzünlenir. Biz Rabbimizin razı olmayacağı şeyi söyleyemeyiz.” buyurdu. (Sözünü, İbrahim'e yönelerek şöyle bitirdi.) “Eğer ölüm gerçek bir vaad ve herkesi içerisine alan bir haber olmasaydı ve arkada kalan, önde gidene hiç kavuşacak olmasaydı ey İbrahim, biz şu anda duyduğumuzdan daha büvük bir üzüntü duyacaktık. Biz gerçekten senin için hüzünlüyüz." (Buharî, Cenâiz/44. Müslim, Ebu Dâvud rivâyeti. nak.Kütüb-ü Sitte, 17/l43, 15/245)
Yine Üsame b.Zeyd'in rivâyetine göre Rasûlüllüh (sav) kızı Zeyneb'in küçük yavrusu Umeyme'ye ağlamıştı. Bunun gören Said b. Ubade; 'Sen de mi ağlıyorsun?’ Rasûlüllah (sav) buyurdu ki: "Bu öyle bir rahmet ve merhamettir ki, Allah (cc) kullarının kalbine koyar ve bununla merhametli kullarına rahmet eder." (Buhârî, Cenaiz/162. nak. Fıkhü's Sünne, 1/259)
-Yakınlarının ağlamasıyla ölüye azab edilir mi?
Bazı âlimler Hz. Ömer'den (ra) gelen bir rivâyete dayanarak; ölünün yakınları ona ağlarlarsa o kabrinde azab olunur, görüşüne sahip olmuşlardır. Ancak Hz.Aişe'den ve Ebu Hureyre'den gelen başka haberlere göre yakınlarının ağlamasıyla müslüman ölüye değil, müşrik bir ölüye kabir azabı yapılır.
Âlimlerin bir çoğu da bu görüşü benimsemişlerdir.
Ubeydullah ibnu Ebi Müleyke’nin (ra) anlattaığı uzun bir hadiste, Hz. Ömer (ra) ölü üzerine ağlayanları görünce; “ölü, ehlinin kendisine ağlaması sebebiyle azap görür.” demiş. Oğlu Abdullah (ra) diyor ki; bunu babamın vefatında Hz. Aişe'ye söyledim dedi ki "Allah (cc) Ömer'e rahmet eylesin! Vallahi, Rasulüllah (sav) “Allah mü'mine, ehlinin üzerine ağlaması sebebiyle azap verir” demedi. Fakat Peygamberimiz (sav): “Allah, kafirin azabını ehlinin üzerine ağlaması sebebiyle artırır” buyurdu.'
Hz.Aişe (r.anha) sözlerine devamla şöyle dedi: “Bu meselede size Kur'an yeter. Kur'an diyor ki; “Hiç bir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” (Fatır 35/l8. İsrâ 17/15)
-Ölü için yas tutmak (niâya)
Ölü için hüzünlenmek veya sessiz bir şekilde ağlamak caizdir. Ama karalar giyme, traş olmama, günlerce perişan olurcasma ağlamak, üst baş yırtarak, dövünerek ağlamak caiz değildir. Çünkü bu bir câhiliye âdetidir.
Bazı müslüman beldelerde özel 'cenaze ağlayıcıları' varmış.
Ümmü Seleme (r.anha) anlatıyor; "Ebu Seleme öldüğü zaman şöyle dedim: Garip adam, gurbet diyarında öldü. Ben de onun için öyle bir ağlayacağım ki, herkes ondan bahsedecek. Tam ağlamak için hazırlanmıştım ki, Said'den (Medine'nin etrafındaki yüksek yerlerden; benimle beraber ağlamak için bir kadın geldi. Rasûlüllah ile karşılaşmış ve Rasûlüllah (sav) ona demiş ki: 'Sen Allah'ın tard ettiği (kovdağu) şeytanı tekrar eve sokmak mı istiyorsun?' Bunun üzerine ben de (ağıt olabilecek) ağlamaktan vazgeçtim." (Müslim, Cenâiz/10 . K. Sitte, 15/252)
İbnu Mes'ud (ra) anlatıyor: "Rasûüllah (sav) buyurdular ki: 'Matemi veya hüznü sebebiyle) yanaklarını tırmalayan, üst başını yırtıp dövünen, câhiliye duasıyla dua eden bizden değildir.” (Buhârî, Cenâiz/36-39. Müslim, İman/165. Tirmizî, Cenâiz/22. nak. Kütüb-ü Sitte, 15/256)
Buhârî ve Müslim’de geçen bir hadiste Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: “Ben, salika hâlika ve şakka’dan beriyim (uzağım). (Sâlika; musibete uğradığında figan ederek yüksek sesle ağlayan kadın. Hâlika; saçlarının traş eden kadın, şakka; elbiselerini parçalayan kadın demektir.) (Fıkıh Ansiklopedisi, 3/95)
-İhdad (ölüm dolaysıyle süslenmeyi terketmek):
Babası, kardeşi, annesi, kocası gibi bir yakını ölen kadıncı; üç gün boyunca ihdad yapması, yani süslenmeyi terketmesi caizdir. Üç günden fazla yas caiz değildir.
Peygamberimiz (sav) buyurmuştur ki; "Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir kadının kocası için bekleyeceği dört ay on gün iddet dışında bir kimse için üç günden fazla ihdad etmesi (süslenmeyi terketmesi) helâl değildir." (Buhârî ve Müslim, nak. Fıkıh Ansiklopedisi, 9/518)
Ümmü Atiyye (r.anha)’dan rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir:
Peygamberimiz (sav) buyurdu ki: "Kocası ölmüş kadından başka hiç kimseye ihdad (süslenmeyi terketmek- kederi açığa vurmak) üç günden fazla helâl değildir. Kocası ölen kadın zaten dört ay on gün iddet bekler. Bu zaman zarfında kalın kumaş dışında boyalı elbise giymez, kına yakmaz, güzel koku sürünmez, sürme çekmez, yıkandığı zaman taranmaz, koku veren krem ve yağ gibi şeyleri sürmez." (Tirmizî dışında bir cemaat, nak. Fıkhü's -Sünne, 1/260)
-Ölü evine yemek götürmek
Ölünün akrabalarının veya komşularının yemek yapıp ölü evine götürmeleri müstehabtır ve Peygamberimizin tavsiyesidir. Böyle yapmakla hem ölü evine yardımda bulunulmuş, hem de kalpler kazanılmış olur. Çünkü ölü evinin sahipleri hem kederlidirler hem de yemek yapmaya, gelenleri ağırlamaya vakitleri olmaz, cenaze ile meşgul olurlar.
Abdullah ibnu Ca'fer (ra) anlatıyor: "Rasulüllah (sav) buyurdu ki: “Ca'fer'in ailesi için yemek hazırlayınız. Çünkü başlarına kendilerini meşgul edecek bir musibet gelmiştir." (Ebu Dâvud, Tirmizî, İbni Mâce’den, nak. Fıkıh Ansiklopedisi, 3/97. Fıkhü’s-Sünne, 1/261)
Âlimler, ölü evine yemek götürmeyi güzel bir davranış görmüşler ve sünnet olduğunu söylemişlerdir.
Ama ne yazık ki Türkiyede tam bunun tersi bir adet başlatıldı. Artık cenaze evine yemek götürmek terkedildi, onun yerine cenaze sahipleri yemek vermeye başladılar.
Bazı yerlerde bu işi belediyeler üslendi. Bu bir kolaylık olmakla beraber, cenaze evine yardım etme işi akrabalar ve komşuların yapması daha da güzeldir.
-Cenazenin hakları
Ölünün; yakınları veya müslümanlar üzerinde dört hakkı vardır:
Techiz, cenazeyi hazırlama, yıkama
Tekfin; kefenleme, namazını kılma
Teşyi’; cenazesine katılma, taşıma,
Defin (cenazeyi gömme),
Ölü yıkanmadan ve kefenlenmeden gömülürse, bunu duyan müslümanlar cenayeyi yeniden çıkarır, yıkar, kefenler ve gömerler.
Bir müslümanın kesin olarak öldüğü anlaşılırsa üç konuda acele etmek gerekir:
Ölüyü defnetmeye hazırlamak,
Borçlarını ödemek,
Vasiyetlerini yerine getirmek.
-Diyet, ıskat ve devir
Diyet, bir özürden dolayı tutulamayan oruca karşılık verilen bedel. Yaşlılık ve kronik hastalık gibi.
Iskat, oruç ve namaz borçlarına karşı ödenen meblağ. Bununla bu borçlerın düşeceği (ıskat olacağına) inanılır.
Başlangıçta oruç fidyesi ıskata dönüştü. Daha sonraları namaz borçları da buna eklendi. Ama bunun sağlam bir temeli yok.
Devir, ıskat borcunu öderken keşfedilen ilginç bir yöntem. (bkz: İlmihal, TDV İSAM yay. 1/370-376)
***Cenazelerin başka yere nakledilmeleri
Avrupada yaşayan müslüman Türkiyeliler hâlâ cenazelerini Türkiye'ye götürüyorlar ve orada toprağa veriyorlar. Türkiye’de bazıları da cenazelerini kendi memleketlerine, köylerine binbir zahmetle taşıyorlar.
Cenazeler gömülmeden önce, veya gömüldükten sonra mezarlarından çıkarılıp başka yerlere götürülebilir mi?
Bu caiz midir? Yahut bunu böyle yapmak gerekli midir?
*Esasen muslümanı ölmüş olduğu yerdeki kabristana gömmek müstehaptır. Bir kaç kilometre kadar uzağa taşıyıp gömmekte de herhangi bir sakınca yoktur. Hatta kişi ölmeden önce “beni şu kadar mesafeye götürüp gömün” diyebilir.
*Bir ölüyü mezardan çıkarıp bir başka mezara nakletme konusunda ihtilaf vardır: Malikîlere göre, ölüyü gömdükten önce veya sonra bir yerden başka bir yere nakletmek caizdir. Yeter ki ceset bozulmasın, ölüye saygısızlık olmasın yahut bir zaruretten dolayı olsun. Cesedi hayvanların yemesinden korkulursa bu caizdir.
Hanbelîlere göre, gömüldüğü yerden ölünün bir yerden başka bir yere nakli caizdir.
Şafiîlere ve Hanefilere göre, ölüyü kabirden çıkarıp başka bir mezara götürmek caiz değildir. Ancak yıkanmadan, kefensiz gömüldüğü veya gömülen yer gasbedilmiş bir yer olduğu anlaşılırsa o zaman ölü başka bir yere nakledilir.
Şafiîlere göre, Mekke'de, Medine'de ve Kudüs'te gömülmeyi istemenin dışında cenazeyi gömülmeden önce ve sonra nakletmek caiz değildir.
Âlimlerin büyük bir kısmı, bir zaruret olmadıkça ölünün mezarından çıkarılıp başka bir yere götürülüp defnedilmeleri pek hoş karşılamamışlardır.
*Peki cenazeleri çok daha uzak yerlere, meselâ Avrupa ülkelerinden Türkiye'ye nekletmek caiz midir?
Bu konu da ihtilaflıdır. Kesin olarak bir şey söylemek mümkün değildir. Ama kesinlikle yasaklayan (haram) bir hüküm de yoktur.
Hanbelîler derler ki, sâlih bir kimsenin yanına gömülmek veya mübarek bir beldeye gömülmeyi istemek, ailesinin ziyaret edebileceği kadar yakın olmasını istemek, mezarı su basma veya kaybolma korkusu gibi sebeplerle ölü definden önce başka yerlere götürülebilir.
Hanefîlere göre ise, bir zaruret yoksa (mesela, mezarın başkasına ait olması gibi) ölüyü definden önce veya sonra nakletmek caiz değildir.
Yine, bir müslümanın şerefli bir mekana gömülmek istemesi caizdir. Nitekim, Hz. Ömer (ra) Hz.Aişe (r.anha)den, iki arkadaşının; Rasûlüllah (sav) ile Hz. Ebu Bekr (ra)in yanma gömülmek için izin istemiştir. (Buhârî’den nak. Fıkıh Ansiklopedisi, 3/73)
Bu duruma göre Hanefîler ve Şafiîler, cenazelerin bir yerden bir yere nakledilmesini caiz görmemişler, Hanbelîler ile Malikîler caiz görmüşlerdir.
Hanefî âlimlerine göre zaruret olmaksızın cenaze nakilleri caiz değildir.
Cenazeleri gömülmeden önce başka bir yere nekletmeyi yasaklayan kesin bir hüküm olmadığı için “bu müslümanlara haramdır” denilemez. (Bugünkü imkanlarla cenazelerin günlerce bozulmadan saklandığını hatırlatalım.)
Yine yukarıda geçtiği gibi, bazı âlimler; sâlih insanların defnedildiği kabristana gömülmek istemek caizdir. Yakın akrabaların ziyaret edebilecekleri kabristanlara gömülmeyi istemek, veya ölüsünü bu türlü yerlere gömmeyi istemek mümkündür, helâldir.
Böyle olunca diyebiliriz ki, böyle bir meselede bir başka mezhebin âlimlerinin içtihadına uyarak cenazeleri başka ülkelere, çok uzaklara götürmek haram olmaz.
Bu bakımdan, şu anda Avrupa ülkelerinde veya başka yerlerde cenazeleri tekfin (kefenleme) nakletme ve defnetme işleriyle uğraşan 'Cenaze Fonlarına' üye olmak caizdir. Haramdır denilemez.
Bir de şu noktanın altını çizmekte yarar var: Avrupa ülkelerinde mezar yerleri ve defin işlemleri oldukça masraflıdır. Böyle bir fona üye olmak ailelerin üzerindeki külfeti azaltmaktadır. Cenazeleri Türkiyeye nakletmek, buralarda defnetmekten daha kolay olmaktadır. Kimileri bu nedenle cenaze naklini tercih etmektedirler.
-Cenaze için mekan mı iman mı önemli
Bu konuda akla şu soru da gelmeli: Cenaze için bu son yolculukta iman mı önemli, yoksa mekan mı?
Diğer tarafta, hesapta kişiye imanı mı fayda sağlayacak, gömüldüğü yer mi?
Unutmamak gerekir ki yeryüzünün hepsi Allah'ındır ve toprak her yerde topraktır. Yerin altı da her yerde aynıdır. Ölüm ve cenaze açısından toprakların, ülkelerin, kıtaların bir farkı yoktur.
Yani Türkiye'de gömülmeyi istemek bu açıdan müslüman ölüye bir şey kazandırmaz. Türkiyeden gelenler, bebek cenazeleri hariç hiç biri cenazesini buralarda toprağa vermiyor. İllâ da Türkiye’ye götürüyorlar.
Halbuk ne cennet Türkiye’nin altında,
ne cehennem Avrupa ülkelerin altındadır.
Avrupa ülkelerinde gömülmek de; ölü için bir kayıp sayılmamalı. “Eyvahlar olsun, ölümüz bile oralarda kaldı, ölümüzü bile kurtaramadık” demenin mantığı yoktur.
Kişinin mezarı nerede olursa olsun hiç önemli değil. Ha mezar taşı bile kalmamış olsun, ha üzerine altın süslemeli, mükemmel türbeler yapılsın; bunların ölüye hiç bir faydası olmayacaktır.
Yerin altında insanı kurtaracak olan iman ve sâlih ameldir (Allah’a kulluktur). Şairin dediği gibi:
“Ey hasis sarraf, kendine ayrı bir kese diktir.
Ahrette geçen akçe ne ise onu biriktir.” (N. F. Kısakürek)
Müslüman mezarın dışarısını değil içerisini süsler. (Mezarlar bakımlı olsun ama, dış bakım öncelenip âhiret unutulmasın anlamında.)
(Hacı Emin anlatmıştı: 1985te Almanya’da idim. Köln civarında büyük bir mezarlık vardı. O mezarlığın bir köşesi müslümanlara ayrılmıştı. O zamanlar orada bir kaç müslüman mezarı vardı. Şimdi hâlâ öyle mi bilmiyorum. Sürmeneli bir arkadaşın evi bu mezarlığa yakındı. Kendisi bizzat anlatmıştı. Cani sıkılınca, ya da yürümek isteyince bazen çıkar bu mezarlığın yakınında dolaşırmış. Sağa sola adımlarmış. Bazen bir komşuya denk gelirse ayaküstü laflarlarmış. Bir gün yine böyle mezarlığın yakınında dolaşırken komşusu yaşlı bir almana rastgelmiş. Merhabalaştıktan sonra alman müslümanların mezarlarını göstererek demiş ki:
-“Bak komşu, mezarlarınız bakımsız. Ama bak bizimkilere, tertemiz, bakımlı ve süslü. Mezarlarınız bile size benziyor.” Boylece aklınca bizimkini küçümsemek istemiş. Sürmeneli demis ki:
-“Sizin mezarların üstü süslü, bizimkilerin altı süslü. Hangisi daha iyi, ne dersin?”
Böylece almana sizin mezarlarınız bakımlı, zira siz aşağısı için hazırlanma yerine, üstteki görüntü ile meşgulsünüz. Biz ise görüntüye fazla önem vermeyip, öte dünyada yerimizin cennet olmasini istiyoruz demek istemiş. Alman tek bir kelime dahi etmeden yürüryüp gitmiş. 7.1.2007 Gölcük)
Cenazelerin Türkiye’ye nakledilmesinin konuşulduğu bir toplumda; “Ben buraya gömülmek istiyorum” dedim. Niye dediler: “Duyduğuma göre Cennet Hollanda’nın altında bir yerde imiş, onun için”. “Yok ya, olur mu öyle şey?” dediler. Taşı gediğine koydum. “Siz cenazelerinizi Türkiye’ye taşıyorsunuz, Cennet Türkiye’nin altında mı?” Yanımda olan kolumu çekti, “Hocam konuyu kapatalım, hır-gür çıkmasın” dedi.
Belki de bana vatan veya pasaport haini demişlerdir. Öyle ya sağ iken ellibeş yıldan beri bize vatan olmayan Hollanda ölümüze mi vatan olacak (!) Hem bir tane kutsal vatan varken, başka topraklar vatan olur mu (!)
Ölüyü naklederken çekilen sıkıntıları söz konusu etmiyorum, insanlarımızın kafalarındaki kanaatin isabetli olmadığı üzerinde duruyorum.
Ancak bu demek değildir ki mezarlık olmasın. Hayır hayır demek istediğimiz bu değil. Zira toplumlar, hele İslâm ümmeti için kabristanın ayrı bir yeri vardır.
Kabristan olsun, olmalı. Türkiyede elbette çok kabristan var. Ama burada da, Avrupa ülkelerinde de mezarlıklarımız olmalı
***Avrupa ülkelerinde müslüman mezarlığı
Cenazelerimizi hâlâ buraya defnedemiyoruz. Burada –bazı mezarlıklarda müslümanlara ayrılan köşeler hariç- hâlâ müslüman ülkelerdeki gibi müslüman mezarlığı yok.
Önce mezarlık (kabristan) olayına bakalım.
Avrupada yaşayan müslümanlar, belli ki gidici değil, kalıcı. Yani artık burasını vatan tutmuş bulunuyoruz. Sosyal hayatımızla ilgili bütün kurumları kurmaya çalışıyoruz. Yerleşik hayata geçmenin gayretindeyiz. Başta söyledik: Artık burası göçmenler ve hele hele onların çocukları/torunları için gurbet değil.
Öyleyse, ne yapmalı?
Tarih boyunca göçmen olarak başka ülkelere giden, sonra da orasını yurt tutan müslüman göçmenler gibi yapmalı. Onlar, bulundukları yerleri İslâm beldeleri haline getirmek için her şeyi yaptılar. Sosyal kurumlar; şehirler, hanlar, kervansaraylar, mescitler, vakıflar, hizmet binaları kurdular ve kabristanlar kurdular. Böylece oralara yerleştiler. Oralarda müslümanca yaşamaya çalıştılar.
Öldükleri zaman da cenazelerini bulundukları yerlere defnettiler.
O kabristanlar şimdi müslümanların o beldelere ait mühürleri gibi, tapu senedi gibi duruyor. Bakınız tarihe, bakınız müslümanların yaşadığı beldelere, göreceksiniz.
Madem ki bazı müslümanlar Avrupa ülkelerini, vatan tuttular, öyleyse kendilerine ait, bugün için lazım olacak kurumları kurmaları gerekiyor. Tıpkı camiler gibi.
Kabristanlar da müslümanlara ait bir değerdir, kurumdur, bir yerde var olmanın, orada yaşamanın belgesidir.
Ne olursa olsun bir an önce müslümanlara ait kabristanlar yapılmalı. Cenazeleri Türkiyeye, veya başka İslam ülkelerine götürmekten vazgeçseler, mezarlık ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkar ve eninde sonunda temin edilir.
Zira diyoruz, çünkü diyoruz: Mezarlık, âhirete inancın belgesi, ölümü hatırlamanın simgesi, yerli oluşun, göçebelikten kurtuluşun göstergesidir.
Mezarlık yoksa tarihe atılmış imza, devirleri kucaklayan hafıza, bu da benimdir denilebilecek tapu, bulunduğumuz beldede yaşadığımızın izi yok demektir.
Mezarlığın yoksa, mezar görmüyorsan, mezarları göz önünden uzaklaştırıyorsan; ölümü, daha doğrusu ölüm gerçeğini kendinden uzaklaştırmak istiyorsun demektir.
Hani Türkiye’de bir gelenek var. Özellikle bayram günleri kabristan ziyareti yapılır. Kur’an bilenler kendileri okurlar, bilmeyenler başkasına okuturlar. -Kur’an okumanın ölüye bir faydası var mı yok mu tartışması bir tarafa-, bu aslında güzel bir âdettir. Kabristan ziyareti zaten Peygamber tavsiyesi değil mi? Bu ziyaret insan ölümü hatırlatır.
Ee, mezarlığınız yoksa, bunu avrupa ülkelrinde nerde yapacaksınız?
Evet burada mezarlığımız yok ve bayramlarda, başka zamanlarda kabristan ziyareti yapmıyoruz, yapamıyoruz. Ölümden ibret alma –yakınlarımızda bir cenaze olmuyorsa- unutuluyor.
Avrupa ülkelerinde mezarlıklar alabildiğine gözden ırak yerlerde yapılmaktadır. Ortada mezarlık yoksa, Avrupa'da yaşayan müslümanlar, mezarları nasıl ziyaret edip de ibret alacaklar, ölümü düşünecekler, ölümden sonrası için hazırlık yapacaklar?
Mezar iki rengi, iki kapıyı, iki gerçeği temsil eder.
Biri sarı diğeri yeşil. Biri güz mevsimini, biri bahar mevsimi, biri faniliği biri ebediliği, biri dünyayı diğeri âhireti gösterir.
Mezarlığınız yoksa bu renkleri, bu kapıları, bu gerçeği nasıl hissedeceksiniz.
Kabristan, insanın, tolumun, hadisâtın (olayların), tarihin, hüznün ve ayrılığın (firakın) aynasıdır.
Bu aynaya bakmak gerekmez mi?
Kabristan aynı zamanda hırsız bekleme yeridir. Malınızı, değerlerinizi, hakkınızı, şerefinizi, varlığınızı, dininizi çalan hırsızları gidip orada bekleyin.
Siz hırsızsanız sizi de orada bekleyenler olacak...
Mezarlığınız yoksa nerede bekleyeceksiniz?
Ülkemizde her mezar başlığına veya taşına öncelikle ‘Huve’l-Baki’- yani Bâki olan, ölmez olan O’dur. (Tıpkı Granada’daki el-Hamrâ srayının bütün duvarlarına yazıldığı gibi: Lâ-Ğâlibe illallah-Allah’tan başka galip yoktur.) Geri kalan her şey fanidir.
Bunu orda gören kişi kendi kendine; “bunu unutma ey nefsim” der.
Mezarlığın yoksa bunu nerede okuyacaksın ki?
Kabir ölümü, hayatın faniliğini, ölümden sonrasını hatırlatır. Kabir kendini gören herkese “sen de günün birinde buraya geleceksin, unutma” der.
Kabristan-mezarlığın yoksa bu hatırlatmayı, bu feryadı, bu uyarıyı, bu bildiriyi nereden duyacaksın, bu kalıcı kitâbeyi nerede okuyacaksın ki?
Mezarlık ziyareti Peygamberin tavsiyesidir. Ama bu ziyaret sağ olan birini ziyaret gibi değildir. Annemi babamı kabirlerinde ziyaret edeyim değildir.
İslâmda mezarlık ziyaretinin bir tek sebebi vardır. O da ölümden ibret almaktır, ölümü ve sonrasını hatırlamaktır. Ölüme ve sonrasına hazır olma şuuru kazanmaktır.
Bureyde bin Süleyman babasından şöyle rivâyet etti: “Rasulullah (sav):”‘Ben size daha önce kabirleri ziyaret etmeyi yasaklamıştım. Artık onları ziyaret edebilirsiniz…” (Müslim, Cenâiz/36 (106) no: 2260)
“Ben size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Muhammed’e annesinin kabrini ziyaret de yasaklanmıştı. Şimdi ise ziyaret edin. Çünkü kabir ziyareti size âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, Cenâiz/60 no: 1054. Bir benzeri: Ebu Dâvûd, Cenâiz/75 no: 3234. Nesâî, Cenâiz/100 no: 2034)
-Son Söz
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâma, kabristana gittikleri zaman şöyle demelerini öğretirdi: “Selâm size, ey bu diyârın mü’min ve müslim halkı! İnşâallah yakında biz de aranıza katılacağız. Allâh’ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim.” (Müslim, Cenâiz/35 (104) no: 2254. Tirmizî, Cenâiz/59 no: 1053)
“Allâhümme innî es’elüke îmânen kâmilen ve yakînen sâdıkan ve rizkan vâsian ve kalben hâşian ve lisânen zâkiran ve halâlen tayyiben ve tevbeten nasûhan kable’l-mevti ve râhaten ınde’l-mevti ve mağfiraten ve rahmeten ba’de’l-mevti ve’l-afve ın- de’l-hisâbi ve’l-fevze bi’l-cenneti ve’n-necâte mi- ne’n-nâri bi-rahmetike yâ azîzü yâ gaffâr. Rabbi zidnî ilmen ve elhıknî bi’s-sâlihîn.”
“Ey aziz ve gaffar olan Allahım! Senden rahmetinle kâmil iman, sağlam inanç, bol rızık, korkan kalp, zikreden dil, helal ve temiz rızık isterim.
Ölmeden önce nasuh tevbe, ölüm anında rahat, ölümden sonra rahmet ve mağfiret isterim. Hesap anında afv, Cennetine nâil olma, Cehenneminden kurtulmayı isterim. Rabbim ilmimi artır ve beni salih kullarına ilhak eyle.”
KEŞKE HİCRANI ERKEN BİTTİ
“Zamanlar ne de çabuk geçti, anladınız mı
Göz açılıp kapandı, uykular sona erdi
Ne idi bu gayretler, ne idi maksat’ımız
Başı döndüren nedir, an’ı kuşatan hız mı
İşte ölüm haberi, işte bu hayatımız
Bilmiyor musun dostum, tamamlandı o vâde
Güneş yeniden kendi ufkuna giriverdi
Eyerlendi, dışarda cansız tahta atımız
Bir Şirin’in uğruna gurbet ele gitti de
Bir daha dönemedi, zavallı Ferhat’ımız
Acele ettik, ‘keşke’ hicranı erken bitti
Kapladı yürekleri sonsuz yolculuk derdi
Kutsal imtihan için kalmadı sebatımız
Bir gerçek vardı; ölüm, işte o sabitti
Neler yaptık, ne idi acaba sanatımız”
HAYAT DEDİĞİN NEYDİ
“İşte bu kadar, arkadaş, hikâye sona erdi
Bu kadar kısa? Vay be; kimler tahmin ederdi
“Bir varmış bir de yokmuş” demiş merhum atalar
Savaplar takip eder insanı, bir de hatalar
İnsan toplar yükünü, ardına hiç bakmadan
Bir tahta çıkar ama sultan tacı takmadan
O ne sultanlık öyle, bir namaz vakti kadar
Sonra, gizemli bir yer; ıssız, karanlık ve dar
Hey benim arkadaşım, söyle; neler oluyor?
İnsan neden doğuyor, insan neden ölüyor?
Hesaplar tükeniyor, telaş sona eriyor
O çakmak çakmak yanan gözün feri eriyor
Sonra bir feryat, dostlar arasında âniden
Nasılsa unutulur; giden gelmez yeniden
Bir imza atılır bu hazin mektuba, gerçek
Bu ağır mektup bundan sonra kime gidecek?
İnsanlar sıra sıra huzurda duracaklar
Ağlayacaklar, ama ibret almayacaklar
Haydi kardeşler vakit doldu, kapı kapandı
Hayat dediğin neydi, rüya gibi bir andı
Bir güneş doğdu, mehtap yüzleri aydınlattı
Günü geldi güneş de, ay da ufukta battı.”
Hüseyin K. Ece
20.10.2019
Zaandam